19 Kasım 2011 Cumartesi


Rüzgarın...

...dalgalarına teslim olmuş, sürüklenirken kafalarımızdan -delip de- geçen gerçek dışı görüntülere teslim oluyoruz...

Yüzlerin silinmesi gerekiyor. Yaşlandık! İzin vermiyorlar... (Yaşlıya eziyet!) Yüzlerin unutulmasına izin vermiyorlar. Yüzün hala karşımda! Hülyan değil, gerçeğin. Bildiğimiz o, çıplak gerçek diye tanımladığımızdan. Bizi her karanlık köşede sıkıştırıp zorlayan gerçekten bahsediyorum. (Önce cümleyi yaz! Sonra açıklamaya çalış. Pek akıllıca...)

Bir Pink Floyd tıkırtılarında oradan oraya savrulurken, ve de daha derin bir uykuya doğru yelken açmışcasına sürüklensek. Daha iyi olmaz mı? Denizin sürüklediği gibi... Cümleler düşmeli. Düşük ve düşünceli cümlecikler. Derinlere kaptan, derinlere! Zamana boğulabilir miyiz hem de bir boğazın kıyısında. “Sahil” koymalıydık çocuğun adını! Ne severim “sahil” adını, televizyonlarda gördüğümüz Romantik Bodrum sahillerine hiç benzemeyen. (Vurguyu arttırmak için ısrarla 'hiç mi hiç' saçmalığını yapmadan.) Ayrıca ne çok parantez açtım. İşi Türkçe dersine döktüm. Oysa ben Türkçeden mürkçeden pek anlamam. Sadece bu kadar kalabalıklığımdan sıkıldım. Yaşlandıkça artıyoruz. Sanki bölünerek artıyoruz! Kabus gibi ama bu gerçek...

İlk göz ağrısı hatırlıyor mu şimdi? Soru banaysa cevap kolay. Ağrılar hatırlamaz. Sen hatırlarsın. Pink'i unutmamalıyım. O hatırlansa da olabilir. Etkili eleman... Öğretici bir öğretmen edasıyla! Duvardan mı bahsetmişti?

Hangi akademik takvimde yazar sertleşme...

Aslında unutmak güzeldir. Unutmaya başladıkça zaman da geriye doğru gitmeye başlar. Zaman, geriye düşmeli ki, silinmeye başlamalı gerçekler, yüzler, düşler, umutlar, sesler, karıcalar, yapraklar, kokular, fısıltılar... Yani? (Soru işareti olmasaydı cümle fena değildi.) İnatla karşı karşıya getiriyorlar.

Sonrası kolay...

Çiğnenmeye başlıyor... Ne, neden, nasıl, nerede, niçin ve KİM? Haberler bunun için var. (Bilmediğin bir gerçekle daha karşılaşıyoruz. Merhabalaşıyoruz! Yetmiyor sarılışıyoruz! Oysa ben biliyormuşum... Ya da öyleymiş gibiymişim... Kes cümleyi! İddialı bir kadın vücudu gibi... Hanımlar okuyorsa: İddialı bir erkek vücudu gibi... Cinsler arasında ayrım yapmam!)

Ha, buraya nereden gelmiştik? Zamanın başlangıcından olabilir mi? Aşa aşa yani... Zamanın soğuk yakıcı renklerinden tırmanıyoruz... Arada bir “ah bu şarkıların gözü kör olsun.” Araya “parça” sokar gibi. Benim favorim “ ağlamakla, inlemekle böyle geçti ömrüm”

Hatıratlar görülür netlikte... Hava berrak... Reis ver ileri!

Çok uyandığımda... Yaşlılığımda gitar çalmasını öğrenecem...

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...

18 Eylül 2011 Pazar

Yoldaşlarım....

Yoldaşlarım...

13-14 yaşımda çıktığım bu yolda asla kendimi yalnız hissetmedim. Biliyorum... 16 yaşındayken sizlerle tanıştım. Siz yoldaşlarım, bana kardeş oldunuz. Anne ve Baba oldunuz. En zor ve en kolay günümde hep yanımda oldunuz. Kimseyi yalnız bırakmadınız....

Yoldaşlarım....

Bizler çocuktuk.... Tutkuluyduk! Devrime inanmıştık! İktidarı istiyorduk! Yaşlarımız daha “idam” edilme yaşında bile değilken, astılar Erdal Eren yoldaşı...

Yoldaşlarım...

Artık hüzün toplamıyorum... Anılarımı da gömdüm! Hepinizi anımsıyorum! Yüzlerinize dokunuyorum. Duygularınızı okuyorum. Korkmadığınızı biliyorum. Yıprandığınızı, yorulduğunuzu da... Umutlarınızı gömdüğünüzü de...

Yoldaşlarım...

Hikayeyi biz başlattık! Sadece biz sonlandırırız... Bu son büyük bir zafer olmayacağını en az sizler kadar biliyorum. Savaşacaksak zaman şimdidir. “Pes etmemek” bizim yazılmamış tarihimizdir.... Yenilgilerin külleri üstümüze düşen kar taneleridir...

Yoldaşlarım....

Adlarını verdiğimiz çocuklarımız bir gün olur da bizleri anımsarsa, ne için hayat topladığımızı da anlayacaklardır.

Yoldaşlarım...

Hepinizi hatırlıyorum.... Sizleri seviyorum.... Yalnız olmadığımı iyi biliyorum... Yoldaşlarımın arasındayım!

Sofranız bu!

Ve hala biz "o umudun" çocuklaryıız...

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...

12 Eylül 2011 Pazartesi

Beyin göçü…


Bizim zamanımızda çok sarf edilen bir kelimeydi… “Azizim, beyin göçünü önlemek lazım.” gibilerinden Türkiye’nin önünü açacak sihirli bir formülmüş gibi her iki konuşmadan birinin ana temasını oluştururdu…

Hatta hatırlarım 1974 yılında Türkiye’nin Kıbrıs çıkartmasının başarısı bu beyin göçü hikayesine bağlanmıştı. Rivayete göre, yıllar önce Amerika’ya yerleşen “Türk Bilim Adamı” açıktan anlatamadığı, veremediği napalm bombasının formülünü bir yemekte çaktırmadan bizimkilere veriyor… Nasıl mı? Sofrada kuru, pilav, salata, hoşaf falan var… Her biri farklı bir kimyasalı temsil ediyor. Üç kaşık kuru, beş kaşık pilav, bir çatal salata (Çoban salatası), yedi kaşık hoşaftan alıyor… Bizimkiler de bunu kafalarına yazıyorlar. Memlekete dönüp, napal bombasını yapıyorlar… Bu hikaye anlatılarak memleketimizi terk etmiş değerli cevherlerimiz anılır, onları memlekette tutamadığımıza hayıflanırdık.

Şimdi öyle değil… Beyin göçü denince bambaşka bir şey anlaşılıyor: “Kadının dırdırına, triplerine, taleplerine, mızmızlığına dayanamayan adamın, başka bir kadının peşine takılıp gitmesine "BEY'in göçü" denir” gibi…

Her ne kadar yukarıdaki 1974 öyküsünü yememişseniz de bunu yemeniz mümkün değil… Aradan geçen 37 yılda toplumsal farklılığımız da iyiden iyiye fark edilir olmuştur. Ne alakası var demenin de bir alakası ne yazık ki yoktur…

Şimdi ben de memleketi terk edip gitsem arkamdan hangisi söylenebilir diye düşündüm… Bir beyne değil de hakikatli bir rakı göbeğine sahip olmamdan dolayı benim uluslar arası arenada fiziki yer değiştirmem “beyin göçünden” çok “göbek göçü” diye anılacağını sanıyorum. “Vay be, duydun mu? Gemici de memleketi terk etmiş. Hakikaten değerli bir göbek adamıydı. Memleket için büyük kazanç. Kıtlık sorunu da otomatik olarak kalktı…” cümleleri dostlar tarafından sohbetlerde espri konusu olacaktır. Hakikaten üzülenler de olacaktır, mesela: “Diageo (İngiliz alkol devi)”

Bu arada “Yeni Rakı” da damlaya damlaya ağlayacaktır. Umarım… İngilizlerin kucağına gittikten sonra yaşanan “yeni rakı göçü”ne de değinmek isterim… 300 milyon dolara devletin sattığı, daha sonra 800 milyon dolara Mey’in aldığı ve de en sonunda 1,5 milyar dolara Diageo tarafından el konulan “”yeni rakı” sizce birkaç yılda nasıl oldu da 300 milyon dolardan 1,5 milyar dolara fırladı? Memlekette tüketim mi arttı? Hem de bunca engellemeye rağmen, bunca mahalle baskısına rağmen, ve de bunca muhafazakarlaşmaya rağmen…  Yoksa zamanında ucuza verilip, haramdan kurtulma bahanesiyle arada bir çeşit “beyin göçü” mü yaşandı?

Orta –Doğu birbirine girmek üzereyken, bir beyin göçü evladımız bize gizli bir formül vermeye kalksa, otursa bir masaya… Hamburgerden bir ısırık alıp, koladan birkaç yudum üplettikten sonra, “elma pay” dan aldığı yarım ısırıktan ne gibi bir gizli formül çıkar merak ettim doğrusu…

Adam gibi oturup da soğutulmuş rakısından bir yudum alıp, ardından lakertasından şöyle kalevi bir yudum alıp, deniz börülcesine saldırıp, iyi ızgara yapılmış palamutundan mideye indirip, uzun uzun düşlere dalsa, bizimkiler burada anında atomu parçalarlar…

Bir gün hepimiz göçeceğiz… Nasıl bir göç yaşayacağımıza zaman tanık olacak!

-geMici-

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR… 

8 Eylül 2011 Perşembe

“Hayat merhametsiz. Öbür dünya niye farklı olsun ki...”


Sıradan masal filmlerini bile seyretmeyi çok severim. Sanki A.Ü. İ.B.F. Sinema tv bölümü mezunu değilmişim gibi... Her türlü film seyredebilirim. Yeter ki seyredilebilir olması koşuluyla... (Aslında olmasa da olur...) Düzeyi belirleyen akademik yaşamım değil, filme bağlıdır. (Seçil Büker'i saygıyla anıyorum...) Zaten böyle bir bölüm mezunu olmamın tek nedeni “filmleri” sevmem...

Çocuktum... Hatta okula bile gitmiyordum... Babam Çanakkale Kirazlı Bölge İlkokulunda müdür yardımcısıydı. Okulun film gösterim makinesini de o kullanırdı. (Sanırım müdür için seviyesiz, öğretmenler için de çok mühim bir işti. Onların arasındaki müdür yardımcısı babama bu işi müdür yardımcısı olduğu için vermişlerdi.) Ben filmlerle o yıllarda tanışmadım. Daha öncesi de vardı...

Daha öncesi Kangırlı Köyü'ydü... (Şimdi orada yaşıyorum...) Kaytanla -bir tür ip- çalıştırılan bir jeneratör; “pat pat pat” diye çalışmaya başlar, Kösten'in sinema salonu ve hemen önündeki bir kaç ampul karanlıktan aydınlığa dönerdi. Elektrik enerjisi ampule ulaştığında alkor telleri kızarır, tek tek görünür, jeneratör bir kaç saniye sonra ritmini yakaladığında ortalık apaydınlık olurdu. Bundan olacak “Cennet Sineması” (Nuovo Cinema Paradiso) bana o kadar da muhteşem gelmemişti.  Hatta “Benim Sinemalarım”ın yanında ucuz bir yapım bile sayılabilirdi. Ben zaten filmlerin cennetindeydim... Okumayı bilmeden film seyrediyordum! Yanlış anlamayın. Benim bahsettiğim yıllar 1960 yılların ikinci yarısıydı... Zaten üçüncü sınıfta okumayı sökmüştüm... Aslında görüntüyü daha iyi okuyabiliyordum.

Kirazlı'dan sonra şansım azalmadı... Daha da arttı! Babam İmroz'a sürgün oldu... Babamın tercihi mükemmeldi. Önüne konan üç sürgün yerinden; “Madem sürgün gidiyorum en kötüsü olsun” diyerek İmroz'u seçmişti... Harika bir seçim... Lakin babamın yaptığı çoktan tercihli hata(!) beni sinemaya sürüklemek olmuştu ve o bunun farkında değildi. Aslına bakarsanız rüzgarların beni sürüklediği maceraların ben de farkında değildim...

İmroz'un ışığının farkında değildim... Bir ada özgürlüğüydü. İki yazlık sinema... Kış aylarında Yetiştirme Yurdu'nda oynayan Cuma akşamı seansları, Öğretmen okulunda oynayan Çarşamba gecesi, Cuma gecesi, Cumartesi, Pazar gündüz gösterimleri tam anlamıyla bir şölendi...  Bazen bir filmi 3-4 defa gördüğüm oluyordu.

Yazlık filmler hariç neredeyse hiç para ödemezdim... Dokunulmazlığım vardı. Ender olarak verdiğim paralardan hatırladığım: Mezun olduğum öğretmen lisesinde daha 8 yaşındayken verdiğim 35 kuruş... Yine aynı yerde verdiğim 75 kuruş ve sonrasını hatırlamıyorum...

Yani ben hep film seyrediyordum... Şanslıydım çünkü doğduğumdan beri film ve suyla iç içeydim...

Su mu?

Evet...

Çocukluğumdan, gençliğimden, şimdiki halimden hatırladığım hep deniz... Çocukluğumda adadan Çanakkale'ye gelirken Deniz gezmiş adı duyardım. Bir adamın nasıl denizde gezdiğini aklım kesmezdi. Sorardım. Sustururlardı. Büyüdüm... Hala anlamadım!

Ve de filmler...

Karayip Korsanları 2: Ölü adamın Sandığı...  Bu felsefi cümle bu filmden... “Hayat merhametsiz. Öbür dünya niye farklı olsun ki...” Dedim ya tüm filmler muhteşemdir. Yeter ki izleyin!

Bir de sizin filminiz var... (sinema demediğimi şimdi anladınız mı?)

-geMici-
gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...  (Filmler kişiseldir... Sinema bir ritüel...)

4 Eylül 2011 Pazar

Mayıs... Eylül... Başka mevsimler...

Ben kendimi hiç 48'imde hissedemedim. Evet, 1963 doğumluyum... Hatta 48'imi de biraz -bir kaç ay- geçmiş durumdayım. Bu yazıyı 8 Eylül'de yazmış olsaydım ki, bugün 4 Eylül tam 48 yıl 4 ay olurdu. Bu tarihten 4 gün çıkarırsanız: 48 yıl, 3 ay 27 gün olur... Birkaç günün ne önemi var... Boşuna doğum günümü hesaplamayın. Ben yazayım: 8 Mayıs 1963...

Mayıs ayını severim... Sadece doğduğum ay olduğu için değil aynı zamanda işçi sınıfının dayanışma gününün de bu ayın başlangıcı olduğu için. ( 1977'yi yazmama gerek var mı? 14 yaşında bir devrimciydim. Bugün olduğu gibi... Hadi yaşamımın DEV-YOL'unu da ekleyeyim.)

Bütün bunlar da yetmez... Babamın da doğduğu ay... 15 Mayıs 1940... Yine yetmez! Evlendiğim gün de 18 mayıs 1994... Yani bir Mayıs günü... 18 Mayıs aynı zamanda İbrahim Kaypakkaya yoldaşın da ölüm yıl dönümü. Katledeni de yazmak gerekir: Fehmi Altınbilek! Ayrıca Ulusal Kurtuluş Ayaklanmasının da bu ayda olduğunu hatırlatayım: 19 mayıs 1919... Bu tarih aynı zamanda kapitalizmin açık işgalden kapalı işgale geçiş tarihidir...

27 Mayıs hakkında bir çok şey söylenebilir... Sonuç: hala tartışmaların devam ettiğidir... Adımı da bu tarihten aldım: “Salim Başol...” Adımla hep gurur duydum! 48 yıldır bu adla yaşadım! 48 yıldır dik durmaya çalıştım. Durdum da...

Bir çok salak adımdan dolayı bana eza çektirmeye çalışsa da yaptıkları ıvır zıvır geldi... (Kendilerine öğretmen falan derlerdi. Faşistin öğretmeni mi olur? Olmuyor da... Salağın biri de felsefeciydi, felsefenin semtine uğramamış!) Teslim olacak karakterde değildim, asla olma olasılığım da yok! Mümkün değil çünkü yetişme koşullarımın temelini “edebiyat” oluşturuyor...

Oğlumun adını da tarihten aldım: Çe Tonguç... İsmail hakkı Tonguç'u saygıyla anıyorum. O benim, babamın ikinci babası: “Tonguç Baba...” Bir ulusun makus tarihi değişebilirdi ama ne yazık ki kapitalizm izin vermedi. Nasıl 12 Eylül faşizmi solu ezdiğinden pişmansa, kapitalizm de “Tonguç Baba'yı” öldürdüğünden pişmandır... Eğitim üretim içindir! Peki, ya şimdi? Yazık! “Çe” mi? O benim Karayip'lerde saklı devrimci ruhumdur...

Her ne kadar Hüseyin Cevahir'in ölüm tarihi 1 Haziran olarak tarihe geçse de benim için Mayıs'tır... Çünkü benim gençliğimde anma 31 Mayıs gecesi duvarlara yazı yazmakla başlardı: “Mahir Hüseyin Ulaş, Kurtuluş'a Kadar Savaş...” Buradaki Hüseyin, Hüseyin Cevahir'dir... 1950 doğumludur ama benden küçüktür. Öldüğünde sadece 21 yaşındadır... Ben 48! İki katından 6 yıl fazla... Ne kadar çok büyümüşüm... Oysa 1971 yılında sadece 8 yaşındaymışım... Ben Cumhuriyetin 50. yılını da hatırlıyorum... O gün hastaydım... Ateşliydim... Boyunlu krem renk bir kazakla kutlamalara katıldım. 50. yıl marşını da bilirim... “Erdik Cumhuriyetin 50 şeref yaşına...” diye...

Bir yanım hep Cumhuriyettir... Diğer yanım devrimci! İçimde başka bir fırtına... Emingway'den London'a, Stainback'ten Slovhov'a... Oradan Ostravskiye... Geç oradan Jules Verne'ye. Atla İngilizlere ve de Fransız romantiklerine... Alman düşünce adamlarından, yine Alman Wagner'e... Kafka'dan sıkıcı James Joyse... “Benim Üniversitelerim”den “Peygamberin son beş günü”ne... Hemen onların önünde “Tutunamayanlar,” yanında şık elbisesiyle Charles Dickens... Sahi bu denizlerden “Beyaz Balina” geçmedi... Lüfer intihar etti, palamut can çekişmede, yerli pullular çoktan lüks restauranlara kurban... Rakı zevksiz... Denizin kokusu bile sadece kitaplarda... Aziz usta'yı, Yaşar kemal'i, Orhan Pamuk'u, Sabri Kuşkonmaz'ı...

“Bir Gün Tek Başına”...

Sanırım bu Eylül'de o gün geldi... Hakikaten “Bir gün Tek Başına”... Kendimi ilk defa bir Eylül günü Vedat Türkali gibi hissediyorum... Oysa en çok sevdiğim mevsim: EYLÜL...

Bir eksik var ama ne?

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...

Diktatörler ve sosyal güvence mevzusu... (Kısaca; emeklilik hakları ne olacak yani?)

Diktatörlerin neden sonuna kadar direndiğini çözdüğümü sanıyorum... Bu çözümü CIA, MI6, MOSSAD, MİT, FSB (Eskisi KGB) ve diğer istihbarat örgütleriyle -yoksa teşkilat mı demem gerekiyor?- paylaşmak isterim... Çünkü bu iş çığırından çıkmışa benziyor... Zaten bu soru hep aklımı kurcalamış, hatta bir muammaya dönüşmüştür...

Örneğin Mübarek... Mübarek; (“Mübarek adam” gibi tv şakası yapmayacağım.) Enver Sedat'ın 6 Ekim 1981 yılında bir suikast sonucu ölmesinden sonra iktidarı ele almış, lakin rahmetli Enver Sedat'ın dönmesi yakınlaşmasına rağmen bir türlü iktidarı bırakmamıştır... İktidarı bıraktı da ne oldu? Zavallı adamcağız bir hapishanede yaşamını sürdürmeye çalışıyor... Mahkemede ise bir sedyede yatıyor ve yargılanmasının bitmesini bekliyor. Peki, bu arada Mısır'ın yeni iktidarı ne yapıyor? Onlar paranın peşinde...

Zavallı Mübarek otuz yılda gıdım gıdım biriktirdiği, çaldığı paraları “bir gün olur da iktidardan düşerim” düşüncesiyle Amerika ve İsviçre Bankalarında biriktirdiği “emeklilik güvencesi” paralarını geri istiyorlar... Kim istiyor? Bugünkü Mısır Hükumeti... Olacak iş değil(!)

7 Eylül 1969 yılında Libya Kralı Türkiye'de zamparalık yaparken Hukukçu asker Muammer el-Kaddafi bir darbe yaparak iktidara geldi... Bütün yabancıları -özellikle İngilizleri ve Yahudileri- Libya'dan kovarak iktidarını perçinledi. Tam 42 yıl Libya'yı yönetti... Sonra? Bugünlerde tanık olduğumuz iktidar değişimi yaşandı... Hoş, daha ne olduğunu pek anlamış da değiliz ya, neyse... Kaddafi ortalarda yok. Çoluk çocuk Cezayir'de... Avrupa ve Amerika tüm paraları dondurmuş durumda... Kimin paralarını? Bundan sonra doya doya emekliliğini yaşaması gereken Kaddafi'nin paralarını... Yazık!

O paralar olmazsa Kaddafi bundan sonra zaten yaşayamaz. Yakalansa ne olur yakalanmasa ne olur... Sokak sokak Kaddafi'yi arıyorlar. Bence aramalarına hiç gerek yok. Para olmayınca, kırk iki yıllık şatafat olmayınca zaten Kaddafi'nin yaşama şandı yok! Çocuklar bolluğa alışmış, bizim çocuk gibi bir kaç liraya tav olmazlar ki... “Baba para” deyince Kaddafi en az bir kaç milyon dolar tokalamalı. Hanıma 20 TL verip Cuma Pazarı'na da yollayamaz ki, bizim gibi... Kaddafi'nin durumu çok feci. Evli ve çoluk çocuk sahibi okuyucular ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır...

Tunus'da bir “yasemin devrimi” yapıldı Zeynel Abidin Bin Ali 23 yıllık iktidarını bırakıp gitti... Uçağa binerken eşinin; “Salak, senin bu işi yapamayacağını biliyordum. Gül gibi iktidarı bırakmak zorunda kaldık. Bin şu uçağa” dediği söyleniyor. Kadın yerden göğe kadar haklı... Zeynel Abidin Bin Ali'nin Suudi Arabistan'da olduğu sanılıyor. Onun da paralarına el kondu. Lakin kadın uyanık çıktı. Anlaşılan o ki emeklilik sandığını Amerika ve Avrupa gibi iktidardan iktidara kucak değiştiren ülkelere değil de Suudi Arabistan'a yatırım yapmış... Doğru tercih! Her başarılı adamın arkasında bir kadın vardır dedikleri bu olsa gerek... Lakin kadının uçağa binerken söyledikleri çok düşündürücü...

Bütün bu örnekleri uzatmak mümkün... Görüldüğü gibi diktatörler iktidardan düşünce ortalıkta dımdızlak kalıyor. Ne bir sosyal güvence ne bir başka bir şey. Tabii benim gördüğümü onlar da görüyor ve iktidarlarını kaybetmemek için ellerinden geleni yapıyorlar... Yıllar içinde çaldıklarına Amerika, Avrupa ve İsviçre el koymasa belki de bu kadar direnmeyecekler. İktidar değişimleri daha yumuşak olacak. “Ulan yükü tuttuk. Bundan sonra biraz keyif yapıp, hayatın tadını çıkartayım” deyip, bir gece uçağa binip tüyecekler... İçinde bulundukları koşullarda sonuna kadar direnmeleri bence onları haklı kılıyor...

Beşer Esed tabi ki direnecek... Bu koşullarda yapabileceği başka bir şey yok. Çocuk, sarayda yetişmiş. İktidarı babasından almış. Bırakıp gitse, “inşaatta çalışırım" da diyemez. Bugüne kadar sadece diktatörlük yapmış, bu alanında uzmanlaşmış... “Sana yeni bir ülke bulduk. Gel bunlara diktatörlük yap. Tepe tepe yönet” de diyemeyeceğimize göre... Esed sonuna kadar direnecektir...

Yatıp kalkıp durumumuza dua edelim... En azından “emekliliğimiz” falan var. Çok sıkışırsak köyden tarhana, bulgur da gelir. Daha ne istiyorsunuz. Hayatta züğürt diktatör olmak da var.

Yırttınız... Verilmiş sadakanız varmış! Ha unuttum! Unuttum dedim ya... Yazmayacağım! Unutmuşum işte... Tanıdıkları atlıyorum unuttum manasıyla...

-gemici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...

26 Ağustos 2011 Cuma

İkili Ulusal Lig

Bayram yazısı yazmam gerekiyor… Yazmayacağım! Onun yerine erkeklerin bir numara hafta sonu zevklerini yazmaya karar verdim. Nasıl olsa birileri bol bol “eski bayramlar” nostaljisi yapacaktır.

Bira, nar gibi kızarmış patates ve televizyonda maç… Bu üç element yan yana geldiğinde tadından yenmez. Bir de izlediğiniz maç Galatasaray – Fenerbahçe maçıysa değme keyfine…

Geçtiğimiz yıl neredeyse küme düşüyorduk… Oğlum Fenerbahçelidir… Benimle dalga geçiyordu. “Babam, küme düşerseniz üzülme. Biz de düşeriz. Yoksa ligin tadı olmaz.” diyordu. Kendince dalga geçiyordu… Bu ince ince takılmalar bize özgü değildi. Yüzyıldır süre gelen iki takım taraftarı arasındaki takılmalardı. İşin zevki de böyle çıkıyordu.

Sonra?

Bizim için kabus gibi geçen sezon son buldu… Fatih terim tekrar başa geldi… Ardı ardına transferler yapıldı. Daha da yapılacak ama hepsi boşuna… Fenerbahçe ile oynamadıktan sonra, onları sahada yenmedikten sonra bunların hiçbirinin anlamı yok. Hepsi boşuna yapılmış transferler…

Son iki aydır rakibimiz Fenerbahçe’nin başında kara bulutlar dolaşıyor… Ne olduğu belirsiz bir kaosun içinden çıkmaya çalışıyorlar… Açıkçası bu durum benim hiç ama hiç hoşuma gitmiyor. Son gelişmelerden sonra Fenerbahçe Bank Asya 1. Ligi’ne düşürülmeleri için başvuracaklarını açıkladılar. Böyle bir şey gerçekleşirse aynı başvuruyu bizim de yapmamız gerekecektir. Yoksa bu yıl lig oynanmış oynanmamış hiçbir manası yok! Rakip yoksa lig de yok! Olmasın! Oynamayalım…

Galatasaray – Fenerbahçe çekişmesi böyle bir şey… Bu çekişme aynı zamanda dayanışmayı da getirmeli ki, ezeli rekabet devam etsin… Aslında tüm lig, Fenerbahçe – Galatasaray demek… Eğer bu ikisi olmazsa süper ligin bir değeri mi var. İşte bunu anlamıyorlar…

Ben olsan 34 haftalık ikili lig düzenlerim… Birisi birinci diğeri ikinci olur… Her ikisi de Şampiyonlar ligine gider. Olur biter… Figüran tayfası da kendi liglerinde devam eder. Peki, hangi lig daha fazla artı değer yaratır acaba? İsterseniz bir deneyelim…

Bence yapılacak en akıllı şey budur… 34 hafta süren süper üstü ikili lig… Muhteşem olacaktır. Bu yazıyı yetkili birileri okusa da gündeme getirse… Hatta kentimizin ileri gelen, uç taraftarları bunları yönetimlerine taşısa da ulusal düzeyde tartışabilsek!

İşte o zaman “Bira, patates kızartması, tv’de maç” keyfi katlanarak artar… Süper bir şey olur… Yok playoofmuş, yok uyduruktan şike yorumlarıymış, yok bilmem neymiş de olmaz! Herkes yoluna bakar… Bak bakalım o zaman TFF falan da kalır mı… Ortaya bol bol sansasyon yaratan basın masın da olur mu?

Her şey rayına oturur… Süper üstü ligin iki takımı parasal sıkıntılarını da bir çırpıda çözmüş olur… Haydi herkes kendi ligine… Muhteşem iki takım, muhteşem iki stat…

Bak aklıma ne geldi… Her hafta Türkiye’nin bir kentinde de oynanabilir… Erzurum Derbisi, Çanakkale derbisi, Artvin derbisi, Hakkari Derbisi, Adana Derbisi, Aydın Derbisi, Kütahya Derbisi gibi…

Hoş olur… Türkiye yıkılır… Hem dayanışama, hem de ezeli rekabet… Doya doya bir yıl! Bırakın federasyon kumda oynasın…

Hanım patatesleri kızart… Aç oğlum şu televizyonu… Süper üstü ikili ulusal ligimiz başlıyor…

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

17 Ağustos 2011 Çarşamba

One minute! Ok! Just to be Adam… (Bi dakka! Tamam! Adam olmak üzereyim…)

Hatırladığım kadarıyla böyle bir şeydi… Bu adam olma süreci ne zaman başladı derseniz, bana göre “one minute”yle başladı derim. Belki daha öncesi de vardır fakat ben daha öncesini hatırlamıyorum... El altından adam edilmeler (Diyanet İşleri eski başkanı, Kızılay başkanı gibi) bu yazının konusu değildir. Bunu da hatırlatmak isterim…

Önce “one minute”la İsrail terbiye edilmeye başlandı. Bu çıkışı ne İsrail bekliyordu ne de dünya. Memleket gururla doldu. Çok gurur duyduk. Bugüne kadar asla böyle bir söylem geliştirilmemişti. O güne kadar “dış işleri”nde çalışmak memleketimizdeki en rahat işti. “Yurtta barış Dünyada barış” cümlesini ezberledin mi gerisini ‘oluruna bırak’ politikasıyla devam edip gidiyordu. Lakin bu “one minute” tam ezber bozan şeydi.

Ortadoğu’daki her komplo teorisinin altında –mutlaka- aranan İsrail hak ettiği “dur bakalım” cümlesini Şimon Peres’in şahsında bizim başbakanımızdan duyuyordu. Bir şeylerin değişmeye başladığı kesindi. Herkes şaşkındı. İsrail adam ediliyordu… Gurur duyduk.

Maden İsrail adam edilebiliyordu her şey adam edilebilirdi… Ergenekon davaları başlamıştı ama içerideki general, amiral sayısı pek azdı. Olanlar da zaten emekliydi. Dava sayıları 2, 3, 4 gibi numaralandırılarak –sayıdan pek emin değilim- bir de buna ek olarak ‘balyoz’ eklendi. Süreç hızlanarak irtifa kazandı. Madem her şey ‘adam’ edilecekti buna TSK’da dâhildi… Çaktırmadan gazeteciler de arada adam edilmedi değil hani… Diğer yandan bir de “Arap Baharı” vardı… Bir dostumun 22 Temmuz seçimlerinden sonra dediği gibi: “Araplar uyandı, bunlar uyanmadı.” Hakikaten öyle miydi acaba?

Uluslararası arenadaki gurur tablomuz Libya ile devam etti… Cezayir, Tunus ve Fas’ta başlayan olaylar Mısır’a oradan da Libya’ya doğru “domino” etkisi gösterince devreye girmek artık farz olmuştu. Bir an önce demokratik dönüşümün sağlanması telkinleriyle işe girişildi. Kısa bir süre sonra da; “bak bunları bunları yapmazsan karışmayız” tarzı adam etme operasyonlarına başladı. Bütün bunlardan kısa bir süre önce de aynı tarzı Mısır’da uygulamış ve başarılıydık(!)… Kaddafi, mübarek bir adam olmadığından öyle kolay kolay adam olacak cinsten bir lider değildi. Libya’nın tamamını gözden çıkarır yine de adam olmazdı… Aynen de devam etmekte. Lakin sırada kardeş(!) Suriye vardı.

Beşer, akıllı adamdı… AKP hükümetiyle arasını her daim sıcak tutmuştu… Fenerbahçe, Halep Olimpiyat Stadı'nın Açılışında Suriye Ligi Ekiplerinden Al İttihad ile dostluk maçında karşı karşıya geldi. Skor önemli değildi. Stadın açılışına Sayın başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı davet edilmişti. Kardeşlik maçı yapmıştık. Beşer, babasından sonra Suriye’de hafiften ipleri de gevşetmişti. Lakin istenen daha fazlasıydı. Haklıydık da… İstediğimiz Suriye’de tam demokrasiydi. Beşer bunları ya yapacaktı ya da “sonrasına karışmayız”dı… Bir kere adam etme süreci başlamıştı. Bakalım bu adam etmek hikayesi ne zaman ve nasıl son bulacak. Her şey Ramazan’dan sonra nasıl olsa tüm dünya tarafından görülecekti… Adam mı oluyorlar yoksa bildiklerini mi okuyacaklardı… Öyle tankları sınıra mınıra dikmekle olmazdı!

Sonra ünlü 3F’nin “Futbol”u… Dalga dalga futbolun efendileri ifadeye çağrılıp, doğru Metris’e… Futbol da adam edilecekti… Yok öyle teşvikler meşvikler, şikeler mikeler… Sonra adamı böyle safa dizerler… Zaten ne olduğu anlaşılana kadar en az üç sezon geçer… Sonrası? Beşer penaltı atışır, barışırız… Davalar sonuçlanmadan futbolumuz “adam” edilmiştir… Bundan sonra futbolda “te” ve “şi” heceleri bile kullanılmaz.

İstanbul sermayesi ya taraf olacaktı ya da bitaraf… Akıllı adamlar! Taraf olmayı seçtiler.

Üniversiteler öyle bir adam edildi ki, şifreli cevap anahtarları, yanlış-eksik kitapçıklar, istifa etmemeler vs. gırla gidiyor. Hakikaten bir şeyi “adam” edeceksen böyle adam edeceksin!

Sen misin Ramazan Ayı’nda Beyoğlu sokaklarına masa atan! Şimdi işletmecilerin hepsi adam ediliyor. Adamlık sertifikalarından sonrasını merak etmeyin! Ramazan’dan sonra her şey rayına oturur… Beyoğlu’na da gitmeyin!

CHP yemin kriziyle öyle bir adam edildi ki, bu onlara uzun bir süre düşünme olanağı yarattı. DTP yaramaz çocuk gibi… O da büyüyecek ve adam olacak! Başbakanımız Recep Tayip Erdoğan’ın çağrısına uyan “Kürt aydını” (nasıl oluyorsa…) Kemal Burkay sürgünlüğünü geride bırakıp memleketi Türkiye’ye döndü… El üstünde tutuluyor. Aydın ya ondandır… Üstüne üstlük de “Kürt Aydın”ı…

Yargı, HSYK, Anayasa Mahkemesi gibi konuları çemberin dışında tutuyorum… “maden tutuyorsun da niye yazıyorsun?” dediğinizi biliyorum. Adam olma yolundaki belirtilerim böyle bir şey… Başlangıçta olur böyle şeyler.

Meğer ne kadar çok adam edilecek şey varmış. Nasıl olsa bir gün hepimiz adam olacağız…

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR… (Kendime not: Bu yazıyı yayınlamasam da mı saklasam yoksa yayınlayıp da mı saklasam? Adam ol koçum!)

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Bütün şairler birbirini tanır. Herkes kendi şiirini yazar…

Oğlumla dolaşıyoruz… Onun zorlamasıyla şairleri konuşuyoruz. Nazım, Orhan Veli, Behçet Necatigil, Edip Cansever, Ahmet Arif, Turgut Uyar, Sabri kuşkonmaz. Ustalardan aklımda kalan bölük pörçük mısraları, kelime öbeklerini mırıldanıyorum. Gençliğimden miras kalmış birkaç satır. Çok muhtemel ki, genç bir hanıma söylenmek için ezberlenmiş, yılların ardından aklımda kalan metruk bir bina benzeri sözcükler…

Ben belleğimdeki şairleri sıralarken oğlum soruyor; “Babam, onlar birbirini tanır mıydı?” Susuyorum… “Bütün şairler birbirini tanır.” Yine susuyorum… Dudaklarımdan; “Herkes kendi şiirini yazar…” sözcükleri dökülüyor. Yaşam gibi… Kendi şiirlerimizi yazıyoruz.

Oğlum şiirinin daha başında… Ben sona doğru akmaya başladım. Son kelimelerimi yazmaya hazırlanıyorum. Oysa daha yazmak istediğim, okumak istediğim ne çok şiir var. Atlamışım demek… (“Ben hiç şiir yazdım mı?” Sorusu geliyor aklıma… “Hoş geldin” deyip kaçıyorum aklımdan. Bir insan akıldan / aklından nasıl ve ne kadar kaçabilirse…)

17 yaşımızda şiir dondu… Hep o şiirin içinde kaldık. Hayatlarımız, şiirlerimiz orada hapis kaldı. Yaşlanan sadece bedenlerimiz oldu. Akıl yaşımız çok ezberlenen bir şiirinin yarım kalmış mısraları gibi, belleklerimizde gencecik duruyor. Belki bugünümüze benzetemiyoruz ama o çocuklar hala biziz…

Şiirlerin artık ayağa kalkması gerekiyor. Son şiirimizi, tarihe yazmak için, bir kez daha kaleme sarılmalıyız. “Babam, onlar birbirini tanır mıydı?” “Tanır oğlum! Karşılaşmasalar da, birbirlerini görmeseler de, aynı çağlarda yaşamasalar da bütün şairler birbirini tanır.”

Bugün bir şiir okuyun. Kendi şiirinizi… Bugün bayram! 1 Mayıs… İsterseniz kendi şiirinizi bile yazabilirsiniz… Bunca yazdıklarımız üzerine…

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

Anlamadıklarım… (Sanki anlasam bişey olacak… Biraz da siz anlayın!)

2002 yılında dış borç 125 milyar dolar, 2010’da 282 milyar… Üzülmeyin rahatlıkla öderiz. Koymaz bize! Borcumuz artmış ama nüfusumuz da artmış. Böl adam başına borç miktarını, kişi başına 4152 dolar düşer. Zaten 2010 yılında da 2918 dolarmış… Aradaki farkı mı dert edineceğiz. Koyver gitsin…

Cari açıktan falan anlamam… İş adamları iyi bilir sanırım. 2010 yılında 0.63 milyar dolarmış… 2010 yılında 48,5 milyar dolara çıkmış… Ne gam! Ekonomiden anlamayan bizim gibi küçük adamın umurunda olmaz! Olmaz, çünkü anlamayız! Bize dokunan bir şey var mı? Yok! Ha bu sayı sadece yıllıkmış… Aylık ya da günlük olsa ne olur? Fark eder mi? Etmez! Cari açık da ne demekse… Düşünen düşünsün, beni ırgalamıyor… Çünkü anlamam.

Yine anlamadığım bir konu icradaki dosya sayısı… 10 milyonmuş, şimdi 17 milyon olmuş. Hükümetin ne suçu var. Yorgan ayak uzunluğunu duble yola göre ayarlamayacaksın. Burada önemli olan uzunluk değil, işlev…

Anladığım şeyler de var mesela ekmeğin fiyatı… Bir kilo ekmek bir liraymış 2002 yılında, 2010 yılında 2 lira 14 kuruş. Peki şimdi? Ekmek kaç gram, kaça satılır anlamam… Rejimdeyiz ekmek yerine pasta yemeğe dikkat ediyorum.

2002 yılında 1 litre bezinin fiyatını hatırlayan var mı? Ben hatırlatayım… 1 lira 66 kuruştu… Şimdi? 4 lira bir kaç kuruş… Valla yetişebilirsen kuruşa yetiş… Bilmiyorum. Çünkü benzin kullanmıyorum. Gazla idare etmeye çalışıyorum! (Hayret bunu da bilmiyor ve anlamıyormuşum…)

2002 yılında bir kilo dana etinin kilosu 8 TL… Angusa rağmen 35 TL… Biliyorum ve de eminim hanım daha dün kasaba yolladı. Arkadaşlar görmüş beni. Sağda solda kuyumcuya gittim diye dedikodu yapmışlar. Arkadaşlar haklı! Angus angus kasaba giren benim çünkü…

Modernleşen Türkiye’nin cezaevi dönüşüm projesinin abidesi Silivri içinde bir rakam var! 2002 de tutuklu ve hükümlü sayısı 59 bin 187… 2010 yılında sayı 122.404 olmuş. Son 6 ay içindeki ERGENEKONCULAR hariç…

İşsiz sayısı da var ama ben ne 2002 yılındaki rakama ne de 2010 yılındaki rakama inanıyorum. Lakin yazacağım rakamları, inanmasam da… 2002 yılında 2 milyon 269 binmiş… 2010 yılında ise 3 milyon 259 bin… İnanmamamın sebebi bir önceki seçimle, 12 Haziran 2011 seçimi arasında 10 milyon seçmen artarken rakamların gayet az olması beni “ikna etmedi” de ondan…

Gelelim gerçeklere… Vatandaşın bankalara borcuna… Vatandaş biz olduğumuzdan gayet ilgiliyiz bu konuda… Rakamlar sizi “ikna eder mi” etmez mi anlamam… Lakin bankaları ikna ettiğine eminim… 2002 yılında 6,5 milyar lira… 2010 yılında 170 milyar lira…

İstikrar sürsün…

Seçimden önce son yazımı da yazmış oluyorum… Haftaya gayet neşeli bir yazı yazmayı düşünüyorum… Konusu da 13 Haziran ve sonrası üzerine… Siz de okursunuz… Lakin bu sefer yer değiştirelim mi? Önümüzdeki Pazar yazıyı siz yazın ben okuyayım. Size geniş bir yer veriyorum keyifli bir yazı yazın… Yoksa okumayı unutacağım!

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

Nehirlerin hangi denize akacağına dağlar karar verir…

Baştan söyleyeyim: Bu bir coğrafya yazısı değildir… Böyle bir artistik başlık atınca içeriğini de doldurmak gerekiyor. Seçimlerin üzerinden bugün (26 Haziran) itibariyle tam iki hafta geçti. 24. Dönem milletvekilleri kesinleşti. Hatip Dicle seçimlerden 80 bine yakın oy alıp, seçilmesine rağmen milletvekili olamadı. 80 bin oy çöpte… Pardon AKP’de…

Haberal ve Balbay milletvekili olmalarına rağmen, mahkeme heyeti oy çokluyla tahliye taleplerini red etti. Yasal olarak milletvekili, YSK’nın yayınladığı listede adları var. Buna rağmen meclisin yemin töreninde olamayacaklar. Hem milletvekililer hem de TBMM dışındalar. Sanırım en az yetmiş beşer bin oyla seçilmişlerdir… 150 bin seçmen salak yerine konmuş durumdadır. Bunun anlamı şudur… “Sen seçersen sen bakalım ben onay verecek miyim?”dir. (Bu yazı yazıldığında görünen manzara buydu. Rüzgarların her an yön değiştirdiği ülkemde bu yazı yayınlandığında ne olur bilmem.) Dağlardan görülen manzara bu!

Bir yüce dağın zirvesindeki buzul, güneşin de yardımıyla erimeye başlar… Buzulun altında bir damla oluşur. Bu başlangıç damlası buzuldan ayrılabilmesi için ağırlaşması gerekir. Zamanla büyüyecektir… Sadece zamana ihtiyacı vardır…

İşte doğu tipi demokrasi aynen böyle bir şeydir. Yani demokrasi değildir… Şimdi yazacaklarımı size ders vermek için yazmıyorum. Zaten bildiğiniz şeyler. Sadece hatırlatma bağlamında birkaç cümle yazacağım…

Demokrasinin dayandığı üç temel şey; yasama, yargı ve yürütmedir… Demokrasinin doğal gelişim süreci içerisine bu üç temel unsura basın da eklenmiştir… Zaten üç ayakla ayakta durmak zordur. Dördüncü ayak da eklenince demokrasi sağlıklı bir biçimde bugün ayakta durabilmektedir. Nerede? Burjuva demokrasilerinde... Yani? Batı demokrasilerinde… Bizde?

Bir damla su molekülü dağın zirvesinden aşağıya doğru düşmeye başlar… Diğer su damlalarıyla birleşe birleşe, çoğala çoğala hızla aşağılara doğru koşar… Koştukça coşar, coştukça koşar… Dağın zirvesinden denize doğru büyük yolculuğuna başlar…

“Güçler ayrılığı” demokrasinin kuantum teorisidir… Yasama, yürütme ve yargı aynı düzlemde ve eşit güçtedir. Birbirlerini hem denetlerler hem de kollarlar… Sistemin sağlığı buna bağlıdır… Basın da bu güçler ayrılığının, demokrasinin halkla, kitlelerle arasındaki iletişimin odağındadır… Dengelerin sağlıklı olarak sürdürülebilirliğinin birincil sorumlusudur… (Yerseniz…)

Derelerden geçen damlalar, nehirlere dönüşür… Nehirler yataklarında coşar… Çağlayanlardan dökülür, sarp kayalara çarpar, sürükler, parçalar, kırar denize ulaşıncaya kadar azgın bir aygır gibi dörtnala akar… Denizle buluştuğunda nefeslenir… Sormaz denize sen hangi denizsin diye. Bilir ki dağ karar vermiştir hangi denize döküleceğine… Adı önemli değildir denizin. Burası artık onun denizidir… Bundan sonra rüzgarlarda, fırtınalarda çağlayacaktır…

Sadece Dağ bilir… Hangi damlasının hangi denizde olduğunu…

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR… (Hala başarılıyı olduğunuzu iddia edeceğinize, bana laf yetiştireceğinize hedeflerinizi gözden geçirin. Politikalarınıza bir göz atın. Ben sizi zaten muhatap olarak kabul etmiyorum. Önce hırslarınızı törpüleyin… Ders bir: Kitap okuyun…)

Uzun yürüyüş ve kısa geri adım

Çan Kay Şek’le komünistler arasındaki iç savaş şiddetle sürerken Japonlar Çini istila için fırsat kolluyordu. Dünya ekonomik buhranı bu fırsatı 1931 yılında yarattı. Eylül ayında Japonlar kuzey doğu Çin’i (Mançurya’yı) işgale başladı.

Çan Kay Şek’in bu bölgedeki birlikleri bozguna uğrayınca Japonlar 40 milyon nüfuslu zengin sanayi bölgesini kolaylıkla ele geçirdiler. Çan Kay Şek ise ordusunun büyük bir kısmını düşmanın üzerine yürüteceği yerde eski politikasına devam ediyordu. 1934 e kadar komünist orduları yenmek için 4 büyük kampanya başlattı. Bu sırada Japonlar bir taraftan Şanghay’a çıkmış diğer taraftan Moğolistan’a ilerlemiştir.

Kiangsi’deki komünist hükümeti ezmek için ard arda ordular göndermenin fayda vermediğini gören Çan Kay Şek bunu yerine komünistlerin bulunduğu bölgeleri çevirmek ve yavaş yavaş çemberi daraltmak yoluna gitti. Komünistlerin bazı taktik hataları ve bölgedeki yanlış politikaları da eklenince bu çevirme hareketi başarılı oldu. Bu durum karşısında komünist liderler çemberi yarıp güneydeki bölgeden çıkmayı ve kuzeye gidip yerleşmeyi planladılar. Bu karar 1934 yılında tarihin en hızlı yürüyüşlerinden birini başlatıyordu.

Büyük kısmı asker küçük bölümü sivil halk ve komünist şeflerden oluşan 300 bin komünist çemberi yararak Uzun Yürüyüşe başladı. Kiangsi’yi ve Yang Çe’nin güneyindeki üstlerini geride bırakarak önce batıya doğru ilerlediler. Yunnan’dan sonra Yang Çe ‘nin yukarı kısmındaki dar ve vahşi boğazlardan geçtiler. Tibet’in eteklerinden dolaşıp Çin – Türkistan’ına vardılar. Sonra kuzeye doğru ilerlediler. Moğolistan’a komşu Şensi eyaletinin kuzey bölgesinde durdular. Ortalama 13 bin kilometre yol yürümüş ve yürürken kendilerini takip eden Çan Kay Şek kuvvetleriyle de çarpışmak zorunda kalmışlardır. Uzun Yürüyüş başlarken komünistlerin kuvveti 100 bin kişiydi. Bittiği zaman açlık kış ve bazı firarlar yüzünden 30 bine inmişti. Buna rağmen bu yürüyüş komünistler tarafından bir zaferdi…

Komünistler bu yürüyüşle hem çevrilip yok edilmekten kurtulmuş, hem de daha güvenli bir bölgeye yerleşmişlerdi. Ayrıca bu bölgede Japonlarla savaşmak için hazırlık yapacak ve böylece Çan Kay Şek’in başaramadığı bir işe girişerek birçok grupların desteğini kazanacaktı.

Sonuç zaferdi…

Yıl 2011 CHP büyük bir politik adım atarak “yemin etmeme” kararı aldı. Aldığı karardan sadece 15 gün sonra tarihin en büyük geri adımını attı.

Sonuç: ? !!!

Birisi uzun yürüyüş geri çekilmeye rağmen, diğeri büyük geri adım 15 günde pes etmeye rağmen!

Memlekete hayırlı uğurlu olsun bundan sonraki seçimlerdeki büyük zafere!

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…