31 Mayıs 2014 Cumartesi

30 Mart'ta CHP...

 
... Büyük bir farkla kazandı... Tabii bunun bir karşılığı olmalıydı. Fazla beklememize gerek kalmadı. Bir kaç gün içerisinde gerekli rövanşı AKP meclisten geçireceği kanunla almış olacak!
"Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı Kurulması hakkında kanun tasarısı" mecliste. Büyük bir olasılıkla da kabul edilecek. Kabul oyu verenler arasında Mehmet Daniş ve İsmail Kaşdemir de olacaktır. Vermezlerse ayıp olur...
 
Çanakkale Belediyesi, İl Özel İdaresi ve ÇTSO'nun bütçelerinin en az yüzde biri yeni kurulacak başkanlığa verilecek. Yani hükümetin özenle kurduğu "başkanlığa" para aktaracağız hem de milyonlar...
 
Bu ne demek? Çanakkale Belediyesinin yapması gereken işlerden bir kısmı yapılmayacak demek. Ne demek? İl Özel İdaresinin yapması gereken köy ve belde yatırımlarının bir kısmı hiç yapılmayacak demek... Bu ne demek? ÇTSO zevkten dört köşe olacak demek!
 
İşte böyle rövanş alınır... Oy alamıyorsam bütçelerin bir kısmına el koyarım...
 
Ha, bu arada kanun meclise gelmişken milli park yönetiminin bundan hiç haberi yokmuş gibi alan kılavuzu sınavı yapması da gayet esprili oldu. Kanun bugün yürürlüğe girse sınavdan geçsen de kalsan da bir şey fark etmiyor çünkü artık Milli Park'ın lav edilmesiyle alan kılavuzu diye bir şey kalmıyor...
 
Diğer bir mevzu da alan kılavuzlarının arasında da ciddi bir çoğunluğu AKP'li... Hatta bir kaçı da en önde yer alanlarından. Aklıma gelen bir kaç isim var mesela: Dokuz, Babacan, Doğancı, Güleç v.s...
 
Oylamadan sonra kimlerin bu kanuna evet dediği kentteki televizyonlardan yayınlanırsa pek makbule geçecektir...
 
Gelelim Taksim Dayanışmasına...
 
31 Mart 2014 günü; "Meydanlardayız!" açıklaması geldi... İşte basın açıklamasının son kısmı!
 
"Bizler ürettiklerimizle, mahalle evlerimiz, fabrikalarımız, bostanlarımız, forumlarımızla, yarattığımız yeni renklerimizle, sizin yok ettiklerinize karşı var ettiklerimizle, adaletimizle meydandayız!
 
Bizler, ETHEM, ALİ İSMAİL, MEHMET AYVALITAŞ, MEDENİ, HASAN FERİT, AHMET, ABDULLAH, MEHMET İSTİF, FADİME ANA, BERKİN ELVAN, UĞUR KURT, AYHAN YILMAZ ve SOMA’DA KAYBETTİĞİMİZ CANLAR için meydandayız!
 
WALL STREET’TEN SİNTAGMA’YA PUERTA DEL SOL’DAN TAKSİM’E, meydandayız! 31 Mayıs’ta meydandayız!
 
Ankara’da meydandayız, İzmir’de meydandayız; Antakya’da, Eskişehir’de, Bursa’da, Adana’da, Mersin’de, Diyarbakır’da, ülkenin dört bir yanında, meydandayız!
 
Meydanlarımızı,  parklarımızı, sokaklarımızı, yaşam alanlarımızı ve yaşamımızı özgür kılmak için meydandayız!
 
Taksim Dayanışması"
 
Zaman akıp gidiyor... Gezi Direnişinin üzerinden bir yıl geçmiş... Yaralar kapanacağına daha da derinleşmiş...
 
Cumartesi, güzel geçsin! Şiddetsiz ve dayanışma içinde! Mutluluğu satın alamazsınız...
 
-geMici-
 
gemici@yandex.com
 
BAT-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...
 
NOT: Bir türlü "Kent Konseyi" yazısını yayınlayamadım... Umarım yeni bir SOMA, yeni bir DEPREM yada kanun değişikliği falan olmaz da yayınlayabilirim...

27 Mayıs 2014 Salı

Sallandık ama yıkılmadık :)

Tabii biraz korktuk… Hatta çok korttuk ki, ciddi bir hasar olmamasına rağmen 250 den fazla yaralımız var. Pencereden atlama rekoru kırdığımız bile söylenebilir. Buna da şükür… Depreme hazır olmadığımız ortaya çıktı.
1999 depreminden sonra yapılan tüm çalışmalar kısa sürede unutulmuşa benziyor… Oysa deprem gerçeğimiz ortada. Biz unutsak bile coğrafyamızın özellikleri “unutmuyor…”
İstanbul basını (Ulusal Basın mı? Ulusal basın ise nasıl yani?) “depremle” başladığı haberleri “İstanbul Depremi”ne yönlendirip, kendi depremlerini tartışmaya başladılar. Yine her zaman olduğu gibi bizi tartışmaların mezesi yaptılar.
Zaten deprem nerede olursa olsun konu dönüp dolaşıp “İstanbul Depremine” geliyor… Nerede deprem olursa olsun bu gerçek değişmiyor. Yanlış hatırlamıyorsam İran’da olan depremden sonra bile “Bu deprem İstanbul Depremini tetikler mi?” diye soran haber spikerleri, program madaratörleri hatırlıyorum. :)
Dönelim kendi derdimize…
Depreme yavaştan başladı. Her zaman yaşadığımız sahne… Biter sandım ama gittikçe hızlandı. Sarsıntı tavan yaptığında “bu sefer gidiyoruz galiba” diye düşündüm. 99’depremini İstanbul’da yaşamış biri olarak bu kadar tırsmamıştım… Sonunda bitti. Televizyonu kapatıp çıktım! Buraya dikkat!
Sonra en yakınlarımı aramaya başladım. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor insan… Cep telefonları çalışmıyordu. Arabaya atlayıp küçük bir kent turu yapmaya çalıştım ama herkes benim gibi düşünmüş olacak ki, trafik İstanbul trafiğine dönmüştü. İstanbul’la tek benzerliğimiz buydu.
Evet, cep telefonları çalışmıyordu ya da kilitlenmişti ama elektrikler hala çalışıyordu. Doğal gaz çalışıyordu. 99 depreminden sonra bunlar tartışılmamış mıydı? Hani ciddi bir sarsıntı olunca doğal gaz, elektrik otomatik olarak kesilmeyecek miydi? Güvenlik amacıyla yani… Kobe (Japon'ya) depreminden sonra kayıpların nedeni doğal gaz ve elektrik yangınları gösterilmişti.
Acaba yine tüm bu önlemler sadece İstanbul için mi geçerli? Önlemlerden yararlanmak için Çanakkaleyiİstanbul'a mı taşımamız lazım?
Ne?
Yanlış mı hatırlıyorum… 15 yıl aradan sonra yanlış hatırlaya bilirim… Her halde birileri açıklama yapacaktır.
Depremin hiç bu yönü konuşulmuyor… Her şey normalmiş gibi… Tamam, deprem bizim gerçeğimiz ama hiç olmazsa asgari önlemlerin alınmasını talep etmemiz çok mu?
24 Mayıs 2014 tarihi umarım yeni bir dönüm noktası olur. Umarım…
Herkese geçmiş olsun. Yıkılmadık! Ayaktayız… :)
-geMici-
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

23 Mayıs 2014 Cuma

"Dönem bitmeden bu taşeron, sömürü sistemini kapatıyoruz!"


Helal olsun! Giderayak sosyalist olmaya karar verdiler. Taşeron sistemini yaratan ve uygulayan biziz çünkü! Sömürünün kapılarını ardına kadar açan biziz! Şimdi, onlar bu sisteme "dur" demeye karar verdiler. Bizlerin ne kadar aşağılık birer sömürücü olduğumuzu gördüler! Helal olsun!

Sermaye - Diktatör ilişkisi feci şekilde iç içe geçmiştir. Alman sermayesinin pazara ihtiyacı vardı, Adolf'u buldular. Adolf'unda iktidarsızlığını gidermesi gerekiyordu çünkü hayatı boyunca sadece bir on başıydı. Ama hangi on kişinin başıydı işte o muallak!

Alman sermayesi olmasaydı, Adolf'un olma şansı hiç yoktu. Adolf'un hiç parası olmadı çünkü her şeyin kendisine ait olduğunu düşünüyordu. Almanya ise "büyük lidere" inanıyordu! Esas liderin para olduğunu bilmiyordu! 

Para'ın stratejisi 20 milyondan fazla insana mal oldu! Şükredin ki biz 70 milyonuz...  50 milyon kısa zamanda toparlar işi... Boşuna mı gece gündüz 3'lemeye 5'lemeye çalışıyoruz? Para leyn bu, para! Para, şaka sevmez! Grev sevmediği gibi... Paylaşılmayı sevmediği gibi...  Tekeli sever! Onun için hep bir yerde toplanır...

Sonrası bildik hikaye...

Bizdeki öykü, paranın maceracı olmasından kaynaklanan bir şey değil... Para'nın ilk elden yer değiştirmesi! "Güç"ün yani "erk"in yani "muktedir" olma iç güdüsünün hırçınlığı! Savaşı!  Vahşiliği!

Sonuçta para...

Diktatörlük çok ucuzlatılmış ve pek de içi doldurulamamış bir kavram... Onun için; "konuşabilir misin?" "durabilir misin?" "yürüye bilir misin?" "Sallandırılmıyorsun..." gibi yüklemlerle her söylenen havada asılı kalıyor...

Ben; Franko'ya, Augusto Pinochet'ye, Duce'ye, Pol Pot'a diktatör derim.

Tüm bunlar, yaşananlar bunlara öykünme. (Seçil Büker'in kulakları çınlasın.) Semiyoloji yani... (Gösterge bilim) :)

Sanki "paranın vahşi iktidarı"ndan uzaklaştık!

Yakınlaşalım...

Para'nın yoğunlaşması ve tek elde toplanmasının gereği "vahşi kapitalizm"dir... Burada başrol parayı tek elde toplamak isteyenlerin, kontrol etmek isteyenlerin + değer'den bir haber olmaları! Sadece ellerinde tuttukları iktidarı paraya dönüştürme istekleri... Hepsi bu!  Ne pahasına olursa olsun bu!

+ değermiş, hava gazı... Bilmeleri de gerekmiyor zaten. Bunun için taşeron kullanıyorlar ya... Her türlü örgütü de oyun dışı bırakıyorlar ya... Sarı, en çok sevdikleri renk! Örgütler biraz sararsın yeter... Ne işçi kalıyor ne de sendika!

Sarıya bol miktarda kırmızı katarsanız çözüm de gelir...

-geMici-

gemici@yandex.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...  







Çözümsüz bakışlarımız...

 
Gece yarısı bir telefon... (Sinemacı bir arkadaşım) Canı sıkılmış son günlerde yaşananlara. Uzun bir konuşmanın ardından telefonu kapadım. Zaten uzun zamandır uykularım yok, telefondan sonra iyice yok oldu. Yaşananların hiç biri bugüne ait olmayan şeyler... Ama bugünmüş gibi yapıyoruz...

Evreni üç boyutlu algılıyoruz... Yaşananları hep üç boyutlu algılamaya çalışıyoruz. Hep bir yerlerde çıkmaza saplanıp kalıyoruz.
 
1960'lardan sonra esen "sol rüzgarlar" yeni bir kavram yarattı. Örgütlü toplum! (Aradan 54 yıl geçmiş yaratamamışız.) Yeni kavramlarla, yeni toplum ütopyaları yaratmak için yola çıkılmış...
 
1950'lerde düşünülmesi bile olanaksız yeni kavramlarla tanışmış kitleler. İşte bunun için 1960 Anayasası önemli. İşte bunun için bugüne kadar yapılmış anayasalar içinde en ileride olanı.
 
Türkiye'de esen bu rüzgarlar, Çanakkale'de daha hızlı vücut bulmuş. Bunun bir çok nedeni olabilir. Göçmen kenti olmamızı bu konuda çok önemsiyorum. Sağdan soldan gelip burada "yeni hayatlar" kurmuşsak, yeni hayatlarımıza yeni düşüncelerin kabulü de çabuk oluyor diye düşünüyorum... (Bu konu tartışılabilinir.)
 
Çanakkale'deki en önemli örgütlülüklerden birisi TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) oluyor. Hemen hemen tüm ilçelerde ve merkezde hızla örgütleniyor. TÖS, 12 Mart 1971 darbesiyle kapanıyor... Çanakkale'nin örgütlülüğü bitmiyor...
 
1970'li yılları hatırlayın... (Bu cümleyi kendi kuşağım için yazıyorum.) Hemen hemen tüm sol ve sağ örgütlenmeler ciddi olarak hayat bulmuş. Türkiye'nin diğer kentlerine göre çatışmalar minimumda. Çanakkale'den çıkmış bir çok isim örgütlenmelerin üst kadrolarında yer almış. Düşünce üretmişler.
 
Bugün Çanakkale "sivil toplum kuruluşları konusunda diğer kentlerden bir kaç adım ileride" deniyorsa bunun gerçekliği 50 küsur yıllık deneyimlerin, yaşanmışlıkların, birikimlerin varlığıdır. Zamanın içinde yattığı gerçeğini de görmek gerekir. Hiç bir şey bugünden olmuş değil... Genlere yazılmış "birlikte daha güçlü" olma isteğidir.
 
Soma'da gördüğümüz 19. yüzyıl gerçeğini ise kendi içindeki çıkış yollarıyla birlikte görmek gerekir. Evet, Soma bir gerçektir. 19. yüzyıl gerçeğidir. Vahşi kapitalizmin gerçeğidir. İşçi sınıfının kendi varlığını yeni yeni keşfetme gerçeğidir. Soma, kendi liderlerini yaratacaktır. Kendi mücadele yöntemlerini geliştirecektir. Kendi örgütlü toplumunu keşfedecek ve dik duracaktır.
 
İşte sömürünün korktuğu budur. Bütün bunlar dünyanın değişik yerlerinde ve değişik zamanlarında yaşanmış trajedilerdir.
 
Yukarıdan verilmiş hiç bir hak sürekli olmamıştır. Hep geri alınmıştır. 60 anayasası ile verilen özgürlükler nasıl 1971, 1980 darbeleriyle tek tek geri alındıysa...
 
Haklar alınır ve alınmalıdır. Bu sefaletten kurtulmanın tek yolu budur. Bunun da yolu "örgütlü" mücadelelerden geçer... Yarını kurmak dünden başlıyor. 13 Mayıs Soma için artık dündür... Gelecek, uzun bir "ÖRGÜTLÜ" yürüyüştür... 
 
-geMici-
 
gemici@yandex.com
 
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...

16 Mayıs 2014 Cuma

Neydi o söz?

 
Öğretmenin vurduğu yerden gül biterdi ya, peki müsteşarının vurduğu tekmeden sonra çıkan ne? İşte bunu bilmiyoruz... Ama öğreniyoruz. Aynen tarihteki büyük maden kazaları gibi.
 
Sağ olsun Başbakanımız bizi tarihsel derinliği olan bilgilerle ayrıntılarıyla aydınlatıyor....
 
"İngiltere’de geçmişe gidiyorum, 1862 bu madende göçük 204 kişi ölmüş. 1866 361 kişi ölmüş İngiltere. İngiltere’de 1894 patlama 290. Fransa’ya geliyorum 1906 dünya tarihinin en ölümlü ikinci kazası 1099. Daha yakın dönemlere geleyim diyorum, Japonya 1914’de 687. Çin 1942, gaz ve kömür karışmanın neden olduğu sayılıyor ölüm sayısı 1549.
 
Değerli arkadaşlar yine Çin’de 1960 metan gazı patlaması 684. Ve Japonya’da 1963’te yine kömür tozu patlaması 458. Hindistan 375. 1975’te metan gazı alev aldı, maden çatısı çöktü ve 372."
 
1862'den başlıyor... Hey hat! Boru değil, tarih! Daha yakın tarih diyor, dediği tarih 1914... Sanki dünden bahsediyor... Aynı tarihte 1. Dünya savaşı başlıyor... Çin, 1942 diyor 2. Dünya savaşının en kötü günleri... Savaş, yarıyı ya gelmiş ya da gelmek üzere...
 
Dinledikçe tarih bilgim artıyor... Yerimde duramıyorum... Bilgi dağarcığım çığ gibi büyümekte. Biraz daha artsın diyorum ve televizyonun sesini sonuna kadar açıyorum. Ola ki bir şey kaçırabilirim... Belki yan apartmandan dinlemeyenler vardır, onlar da bu bilgilerden yararlansın istiyorum. En son verdiği tarih 1975... Kıbrıs Barış harekatı sürüyor...
 
Başbakan son verdiği tarih bu... 1975! Belki de bugün memlekette yaşayanların üçte ikisi daha doğmamış. Doğsa bile daha bebektir. Tarih, tarihtir...
 
Tabi bir kaç tarih de ben eklemek isterim... Yılmaz Özdil'in yazısından: "2002'de 17 cenaze, 2003'te 22 cenaze, 2004 tarihinde taşeron yasası çıkmış! 2004'te 68 cenaze, 2005'te 121 cenaze, 2006'da 79 cenaze, 2007'de 76 cenaze, 2008'de 66 cenaze, 2009'da92 cenaze, 2010'da 69 cenaze..."
 
2014 Soma... Kaç madenciyi kaybettiğimizi daha bilmiyoruz. En son -şimdilik- 282'ydi... Yangın devam ediyor...
 
Küba, Bolivya ve Venezuela’da madenciler Soma için bir gün iş bırakma eylemine gittiler. Uluslararası dayanışma işte budur! Bizi biz yapan sınıfsal konumumuzdur. Bir de bunun farkına biz varsak!
 
Elimizdeki tek silah "dayanışma"dır... "Ya hep beraber, ya da hiç birimiz!"
 
-geMici-
 
gemici@yandex.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...
 
NOT: 15 Mayıs'ta alan kılavuzları sınavı yapıldı... Bir kaç soru sorsam ben de bir çeşit kılavuz olabilir miyim? Deneyeyim bakalım kılavuz olabilecek miyim...
 
Alan Kılavuzu sınavı neden hafta içi, saat 17'de yapılır? Hafta sonunun suyu mu çıktı? Gelibolu Yarımadası kaç saatte gezilir ki, kursiyerler 8 saatte hızlandırılmış turla neyi öğrenirler. Duyurularda sınava en az lise mezunlarının girebileceği duyurulmuşken daha sonra ne oldu da orta ve ilkokul mezunları da alındı? Hatta bu duyuru hangi kanallardan yapıldı da kentte diğer orta ve ilkokul mezunları duymadı? Bölge müdürünün eşi alan kılavuzu oluyor mu?
 
İnsan sormaya kalkmasın, sorular bitmiyor... :)

13 Mayıs 2014 Salı

Eleştiri ve eleştirisizlik...

 
Eleştiri, bir kişi, eser ya da konuyu doğru ve yanlışlarını göstererek anlatmak amacıyla yapılan bir düşünce eylemidir.
 
Demokrasinin temelinde eleştiri vardır. Eğer eleştiri unsuru ortadan kalkarsa "doğru" ve "yanlış" arasındaki fark da ortadan kalkar. "Kuzey" ve "Güney" arasındaki farkın da ortadan kalması gibi bir şeydir bu... Eleştiri, aynı zamanda hareket yönünü tayin eder...
 
Eleştirinin olmadığı yerde kavga vardır. Doğal olarak da gerilim... Eleştiri yoksa yalakalık vardır. Doğu toplumlarında "eleştiri" kavramı yerini "övgü"ye bırakır. "Övgü" eleştiri sanılır ve bol bol, zaman buldukça yapılan bir şeydir. Unutulan, onun sadece "bir şey" olduğudur... Zaten "övgü"nün olduğu yerde gerilim de olmaz. Bu, "tahammül" değildir. Olsa olsa "hoşa gitmek" olarak tanımlanabilinir...
 
Tamam, "tahammül olmasın" sadece "hoşa gitsin" derseniz ne olur biliyor musunuz? Ortada sadece "tek beğeni" tek estetik" "tek kahkaha" tek düşünce" tek bir hayat biçimi kalır. Hepsi bu...
 
Tahammülsüzlük baş rolü oynar... Birey gerilir, ortalığı görünmeyen bir gerilim kaplar. Sonra, bu "Gezi Direnişi" de nereden çıktı soruları sorulmaya başlar ve hiç kimse gerçek nedeni görmek istemez.
 
"Sosyoloji"nin ve "psikoloji"nin çözüm alanından çoktan çıkmış toplumlarda olay artık fizyolojik bir hal alır, ki bu durum artık geri dönüşümsüz, toplumu sürekli tüketen bir salgına dönüştüğünü gösterir. Sabah, öğlen, akşam alınacak antibiyotiklerle çare aramaya başlanır. Faydası yoktur! Bünye çoktan bu aşamayı geçmiştir... Mevtaya yazık olmuştur. En çok kullanılan cümle "Allah taksiratını affetsin" olur.
 
İktidarlar karşısında yapılan her "eleştiri" tahammülsüzlük yaratıyorsa konuşulacak fazla bir şey kalmamıştır. Kendisine karşı yapılan her hareketi, her eleştiriyi "paralel" olarak tasnifleniyorsa, "vatan hainliği" ile tanımlıyorsa sorun "iktidarın algısında" yatıyordur.
 
Bugün iki ayrışmaya sıkışıp kalmış durumdayız... Ya "iktidar"sın ya da "hain" başka türlü olması düşünülmüyor... Yani siyah ve beyaza sıkışıp kalmışız. Diğer renkler yok! Merkez sağ yok, sosyal demokrat yok, sosyalist sol yok, milliyetçi yok, ateist yok ve aklınıza gelen, gelmeyen diğer düşünce disiplinlerin hiç biri yok! Yok sayılıyor... Her hareket tek bir kelimeyle tasnifleniyor: "Paralel..."
 
Onun da tanımı zaten yok! Hiç bir düşünce disiplininde, felsefesinde yeri olmayan bir kelime. Ama tüm ülke tarafından kabul edilmiş bir tanım gibi düşüncelerimizin karşısında "Çin Seddi gibi duruyor... Artık düşünemez duruma getirilmişiz...  Ne anlamına geldiğini bilmediğimiz "cümleciklerle" kendimizi ifade etmeye çalışıyoruz...
 
Düşünebilme yetimizi yitiriyoruz... Kaosun ortasında "gerçek hayatı" ıskalamamız isteniyor. Körleşmemiz isteniyor.
 
Ne kadarını sindirebiliriz, ne kadarını ret ederiz zaman gösterecek...

-geMici-
 
gemici@yandex.com
 
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...
 
NOT: Hayat biçimi, bize yutturulmak istenen hapla, tek düzeye indirilemeyecek kadar çeşitlidir. Zaten hayatın o çeşitliliği içinde varız. Doğal olanı da budur. Yeni Türkü'nün şarkılarında olduğu gibi... Ya da Pink Floyd'un senfonilerine benzer. Herkes kendi şarkısını dinler. Biraz duygu, biraz isyan!

8 Mayıs 2014 Perşembe

Mayıs...


Her zaman "iğde" kokuları arasında bir "sahil"dir benim için... Hem bahar, hem yağmur, hem de bir başka hayattır... Yeni bir hayat!

Mayıs'ta aklıma hep iyi şeyler gelir. Umutlarımı tazelerim. Beklentilerim yenilenir. Evet, hayat akıp gidiyordur ama eskittiğim fotoğrafları tekrar anımsama zamanıdır. "Resetlerim" hayatı. Bir dostlarım, arkadaşlarım, yoldaşlarım kalır. Zaten geri kalanı bir başka yalanın görüntüleridir.

Mayıs rüyaları balıklanır... Biraz da anasonlanır... Ama hepsinin yanında mutlaka "iğde" kokusu vardır. Zaten yanında başka da bir şey istemez.

Mayıs'ta mücadele tarihi başlar. Bir yıl dönümüdür. hayır, bir çok yıl dönümünün çakışmasıdır. Kitlelerin, halkların diriliş tarihidir.

Mayıs, yoldaş demektir...

Mayıs, mücadele demektir...

Mayıs, bir aşktır...

Mayıs, hep gençtir...

Mayıs, bir umuttur...

Mayıs, yere düşenlerin bir avuç toprakla tekrar ayağa kalması anlamındadır...
Her şeye rağmen bir taze başlangıçtır; Mayıs...

Yeni bir umuda yol alırken, hem de yokuş aşağı tüm dostlarımı "göbeğim" el verdiği ölçüde özlemle sarılırım. Bu Mayıs'ta da "çok" olduğumu hatırlatan tüm sevdiklerime teşekkürler...

Hepinizi seviyorum!  

-geMici-

gemici@yandex.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...