29 Ekim 2012 Pazartesi

Yön bulma ayarları… Sağda sarımsak, solda soğan…



Gençler aralarında tartışıyor… Biri; “Öyle deme. Sağ hemen bir araya gelip anlaşıyor. Sol ise hep kavga hep kavga…” Diğeri: “Öyle ama…” dedikten sonra bunun nedenlerini anlatmaya çalışıyor… Yanlarından ayrılıyorum. Çanakkale’nin tanıdık sokaklarından ‘merhabalaşarak’ geçiyorum. Omuzumda her zamanki gibi makine var… Kalabalığın arasından onu bir elimle koruyarak yürüyorum. Kafamda az önce tanık olduğum cümleler… Kendimle kavgalar…

Sol, tartışır…

Solun kültüründe körü körüne inanmak yoktur… Tartışma işin temeli! "Yüz çiçek açsın, bin fikir yarışsın". (M. Zedong) Tartışma kültürü solun olmazsa olmaz temel özelliklerinden biridir. Tartışır çünkü tek adamlık, örgüt içi despotizm yoktur. “Demokratlık” bir yaşam biçimidir.

Sağ, tartışmaz… Yapar!

Tartışması için de bir neden yoktur. Her şey görünürde tıkır tıkır işliyordur. İşliyordur çünkü ortak payda, ortak çıkarlardır. Slogan da “Hepimiz kazanalım, kardeş kardeş götürelim…”dir. Götürülür de… Kesintisiz ve sürekliyse bir sorun yoktur. Yani günümüz deyimiyle sürdürüle bilinirse tadından yenmez! Bu “götürme” sistemi öyle görüldüğü gibi çok da sağlam değildir. Tıkandığında işin rengi de değişir…

Götürmenin rengine göre sistem kendini “Liberal,” “demokratik,” “barışçıl,” “çoğulcu” gibi tanımlayabilir. Siz de bunu yersiniz! Ne zaman “götürmede” sıkıntıya girilir, paylaşılan “mal” daralır, yukarıda saydığımız o güzel kavramların yerini; “faşizme” bırakmaya başlar…

Aslında “liberalizm” de “faşizm” kapitalizmin kardeş kavramlarıdır. “Götürme”nin durumuna göre hangisinin öne çıkacağına siz karar vermezsiniz ama sizin de onaylayabileceğiniz ortamlar hazırlanır.

Ortam hazırlamada kullanılan temel argümanlar da pek değişmez! Din ve Vatan, millet edebiyatıdır. Biri tutmazsa diğeri, olmadı ikisi birden devreye sokularak kamuoyu yaratılır. Sistemin sürdürülebilirliği sağlanır. Daha doğrusu birilerinin götürebilmesi güvence altına alınır…

Sol bu arada ne yapar? Tartışır… Sürekli savunmadadır… Sanki iktidarda hep kendisi varmış gibi sistemin tüm günahlarını sırtlanmaya çalışır. Mevcut durumu bir türlü kabul etmez! Hala “demokrasi,” “barış,” “özgürlük,” “birlikte karar verme” gibi zor zanaatlarla uğraşır… Uğraşmalıdır da… Sistemin denge unsurudur. Az buçuk demokrasi varsa bu toplumun, insanlarımızın karakaşından, kara gözünden dolayı değildir… Solun varlığındandır… Varlığım varlığına armağan olsun tarzı yani..

Felsefe temel ayrılıklarıdır! Sol materyalisttir, sağ metafizik gibi durur… Evet, sağ kitleleri peşinden sürükleyebilmek için kullandığı “felsefe” hayat biçimi budur… Bunlarla ikna etmek kestirmeden kolaydır. Toplumsal mimaride böyledir ama iş toplumu yemlemeye geldiğinde kullanılan yöntemler, araştırmaların, bilimin bulgularıdır.

Kendisini yenilemek için solun beynine ihtiyaç duyar ve yaptığı tüm bilimsel tezgâhlarda da materyalist felsefeyi kullanır. Lakin toplum mühendisliğine sıra geldiğinde ulvi dünyanın kapılarını ardına kadar açar ve orayı cazibe merkezine dönüştürür. Kullandığı bilimsel yöntemlerden dolayı da başarılıdır… Başarısı, bilimdir…

Sol bilimsel bulguları hayat biçimine bir türlü dönüştürememiştir… Her fırsatta bilim falan dese de yaşam anlayışının bilimle falan ilgisi yoktur. Sadece varmış gibi yapar… İşçisi olmayan memlekette “sosyalizm” gibi uzaysal kavramlardan bahseder… Sömürünün en yoğun olduğu günlerde “emek” cümlesi aklına gelmez… Getirttirmezler! Sucu da böylelikle başkasına atarlar... Pek güzel bir durum :)

Sağ, toplum mühendisliğine bakarken bilimsel, söylemi “din” ve “hamasettir” dedik ya… Solunki de bilindiği gibi “+ değerdir”… İnsanları; ırkına, dinine, diline, rengine göre tasnif etmez! Bundan dolayı K. Marks “Dünyanın bütün işçileri birleşin” demiştir… Yoksa laf olsun diye ya da canı sıkıldığı için dememiştir…

Bu mevzu daha uzar gider… Bakalım nereye gidecek… 

Hayata!       

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

NOT: Uzun bir tatil oldu… Tatil başladığında palamuttun çifti 10 lira, lüferin kilosu 75-80 liraydı. Kurban bayramının etkisiyle olacak balık oldukça ucuzladı. Lüferin kilosu 25 liraya kadar indi. Daha da inecektir. Gelen haberlere bakılırsa bu sene bol bol balık yeme şansımız var… Lakin bu tür haberlerle başlayan balık sezonlarının sonunda geçmişe dair balık öyküleriyle gelip geçer, balığı kavakta görürüz… Umarım bu sene farklı olur palamutta başımıza gelen lüferde de gelir… 

22 Ekim 2012 Pazartesi

Adanın gece yarısı ışıkları...

Mevsim ıslak.... Balıkların zamanı değil... Havalar, bildiğimiz zaman havaları değil.... Sokaklar anason kokuyor... Islak kokuyu takip edin dostlar... Film bitmek üzere. SON neredeyse şimdi yazar. Perdenin kırmızı, yeşil, sarı, mavi ampulleri yanar. Adanın ışıkları sönmeden eve dönün... 

Zaman çok geç... Kala mera...

gemici

gemici@yandex.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...

21 Ekim 2012 Pazar

Hayırlı listeler…



365 eksi 10 günde bir tekrarlanan  “danaya girmek” “koç pazarlığı” gibi kavramları es geçersek elde kocaman bir “Türkiye’nin en zengin 100 ailesi” kalır…

İşin içinde para olunca insan aşırı derecede meraklanıyor… “Acaba aralarında bizim aile de var mı?” diye… Bir ihtimal… Hani Türk Filmlerinde olur ya… Ama eski Türk Filmlerinde… Jön sersefildir. Zengin fabrikatör Hulisi Kentmen’in şımarık kızına aşıktır. Bir şekilde karşılaşırlar. Gururlu ve meteliksiz salak jönümüz şımarık kıza aşık olur. Lakin kız haklı olarak bizim jöne yüz vermez. (Bak ne kadar gerçekçi bir durum) Sonra nasıl oluyorsa oluyordur ve filmin ikinci yarısında Hulisi kentmen’in kötü şirket yönetiminden ya da Suzan Avcı’nın mevzuya duhul olup paraları sevgilisi Önder Somer’le üstlerine geçirip Karayip Adaları’na kaçmalarından sonra, bırak fakirleşmeyi, borç batağına saplanmalarıyla durum eşitlenir!

Siz öyle sanın! Jönümüzün Mısır’da yaşayan büyük büyük amcasından miras kalması durumu bu sefer de Jönümüz açısından dengelerin bozulmasını sağlar…   (Seyirci asla Mısır’daki amcanın nasıl peydahlandığını sormaz? Tamam, bir amca var… Peki, o da Mısır’da ilk yüze nasıl girdi? Arap baharına tanıklık etti mi?) Sonra “toplumsal gerçekçilik” diye bir şey icat ettiler filmlerinde tadı kalmadı.

Neyse, biz “para”ya, ilk yüze dönelim…

Umutla ilk yüzü okuyorum… Tamam, ilk onda olmalarını beklemiyordum zaten. Yirmiye doğru tırmanıyorum, yok! Otuza geldim, insan hafiften sinirlenmeye başlıyor… Canım, insan ilk otuza da giremez mi? Girememişler… 40? Hiç olmazsa birkaç harf tutar…  El insaf! Teğet bile geçmiyor… 80’e geldiğimde hırs yapmışım, amortiye bile bakıyorum… Yuh! Bilmem kaç numaralı aileyi üç harfle kaçırdım gibi… 90! Aklıma; “sana bir…” kelimeleriyle başlayan tekerleme gelse de umutlarım hala bir bahar çayırlığı gibi taptaze… Buraya kadar yokuz ama son onda kesin varız diye geçiriyorum içimdem… Çık! Yine yoklar…

Talihe bak! İlk yüzde yokuz… İnsan işinden, eşinden, gücünden hatta yaşamdan istifa ediyor ama aileden mümkün değil… İlk yüze giremiyorsak sorun ilk yüze giren o muteber ailelerde aramamak gerekir. Bir hata varsa sıralamayı yapan ekonomi dergisinde var...

Sıralamayı yapan editörü arayıp; “kardeşim nasıl sıralama yapıyorsunuz? Bizim aileyi yazmamışsınız. Şu listeyi tekrar gözden geçirin” demek geçiyor içimden. Demiyorum… İşin büyüsünün bozulmaması lazım… Hala ilk yüzde olma umutlarım var! Bir gazetecilik hatası olmalı! Kesin! Ya da bizim Mısır’daki meçhul amca daha ölüm döşeğinde… Dergi sıralamayı yaptığında meçhul amcamın dangalak avukatı beni arayıp mirası bildirmiyor. –en sevdiğim amcam olacak yakın zamanda- Avukat da haklı canım… Daha amcacığım son nefesini gönül rahatlığıyla verememiş. Avukat ne yapsın?

Nasılsa akşama sabaha beni arayıp bulacaktır… Eski Türk filmlerindeki o çıplak, yüzde yüzlük gerçek bizim hayatımızda masala dönüşüyor. Kim yazıyor leyn bu ilk yüzlük senaryoları? Birisi de benim adımı zikretsin! İlk 99’da olmasam da olur! 100. Olmaya da fena halde fitim…

Babamı arıyorum, ben daha “Baba niye benden gerçekleri gizledin?” diyemeden, Babam; “Neredesin sen? Hani gelecektin de narları toplayacaktın?” Hö? Nar mı? Çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane…

Anlaşılan babam paraları nara yatırmış… İlk yüz umutlarım sönüyor… Bari ilk 70 milyona girsek… Bu mısır işi de biraz fazla popcorn gibi geldi bana… Bizim listemiz sanki Bertolt Brecht tarzı Epik…

-gemici-

gemici@yandex.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR… 

19 Ekim 2012 Cuma

Say say bitmiyor: SAY…



“Twitter’da paylaştığı, Ömer Hayyam'dan alıntılanan bir mesaj nedeniyle "halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama" suçlamasıyla 1.5 yıla kadar hapis istemiyle hakkında dava açılan dünyaca ünlü piyanist Fazıl Say’ın yargılanmasına başlandı.” Perşembe günü haber kanallarında –neredeyse- ilk haberdi…

“Gıyaseddin Eb'ul Feth Ömer İbni İbrahim'el Hayyam” bu kadar uzun ismi benim hatasız yazmam mümkün değil. Tabi ki, internetten aldım! Biz ona kısacası Ömer Hayyam diyoruz… İnternette Ömer Hayyam üzerine yüzlerce sayfa var. Meraklısı bakar…

Ömer Hayyam döneminin bilim adamı… Matematikçi, Geometrici, Fizikçi, Felsefeci, iklim bilimci, astronom… Say say bitmiyor! En önemlisi de tüm zamanların en iyi şairlerinden biri. Rubailer diye bir kitabı var…  Türkler daha Anadolu’ya gelmeden önce yaşamış bir bilim adamı.

Bin yıl önce yaşamış… (1048-1131) Bizden bin (1.000) yıl önde. Hatta bin yıl da ileride… Adamın yazdığı rubailerden birini, Ömer Hayyam’dan bin yıl sonra Fazıl Say internette paylaşıyor… Ömer Hayyam’dan bin yıl sonra ne oluyor? Fazıl say yargılanıyor! Suçlu kim? Ömer Hayyam? Fazıl Say? Zaman? 1000 yıl? Kafa? Zeka? Ne? Suçluları say say bitmez! Yine de bulamazsınız…

Ömer Hayyam zamanından bin yıl sonra suç işlemiş… Nerede? Anadolu’da… Kim keşfediyor? Biz… Biz kimiz? Bundan bin yıl önce buraya, yani Anadolu’ya daha gelmemiş olanlar… Ömer Hayyam doğuyor, eğitimini tamamlıyor, eserler vermeye başlıyor, 23 yaşına geliyor biz daha Anadolu’nun tapusunu almak için Malazgirt’te ter döküyoruz… İsnat ettiğimiz suç ne? "halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama"

Bin yıl boyunca kimse bir şey bulamamış, şimdi biz bulmuşuz… Çünkü biz zekiyiz! Kaçmaz oğlum, kesin buluruz… Lakin bir uyarıda bulunayım… Beyoğlu’nda Hayyam diye bir yer var. Nasıl oldu da bugüne kadar fark etmedik, hayret yani…

Uzun zamandır Rubailer’i elime almıyordum. Unutmuşum! Şimdi aldım, tekrar okuyorum! Evinizde mutlaka vardır! Yoksa en yakın kitapçıya gidin! Ömer Hayyam’ın Rubailer kitabını satın alın! Okuyun! Canınız sıkıldıkça okuyun!  

Bir kez daha düşlerinizi sayın… Koyun sayar gibi saymayın!

-geMici-
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

Uzun not: Kızılelma köyüne CED toplantısına gittim… İlk defa altıncıları somut olarak görmüş oldum. Daha doğrusu işbirlikçileri. Çok güzel sunum hazırlamışlar. Sunumda verdikleri yalanlardan bir kaçını size anlatmalıyım ki hafta sonuna neşeniz yerinde girin…

Çıkardıkları kayaşlara damlama yöntemiyle siyanürlü su vereceklermiş… Kayaçların altında da membran (naylon) olacağından doğaya hiçbir zararı yokmuş… Damlama yöntemini bizim domatesçilerden öğrendikleri kesin… Araklama sistem yani…

Çevreye zararı olacakmış ama bu zarar herhangi bir inşaatın çevreye verdiği zarardan farklı olmayacakmış… Toz, gürültü gibi şeyler yani…

Yöre halkının da –yüzde yirmi civarı- işbirlikçilerle yaptığı iş pazarlıklı sorular satışın ve satın almanın boyutlarını da gösteriyordu…Altıncı patronlara önerim buradaki işbirlikçilerini acilen değiştirmeleri yönünde olacak… Yeterince satın alma işine itina göstermiyorlar. Ya da yöre halkı başına gelecekleri iyi biliyor…

Kaz Dağları’nda söylenen yalanın sınırı yok! Kahretsin ki, arkaları da güçlü… Bu savaşı kaybedersek, Çanakkale 15-20 yıl içerisinde tarihten silinir… Daha ne diyeyim…

15 Ekim 2012 Pazartesi

Yetiş Ankara…




Adamcağız Gökçeada’da  bir otel yapmış, tamam da size ne oluyor? Yapmasın mı yani? İlle de çomak sokacaklar… Olabilir; 2 katlı yapması gereken binayı araziye uydurup 2 kat yerin altına 2 katta yerin üstüne yapmış hepsi bu! Sonra da belediyeye başvurup plan tadilatı istemiş. Belediye de onaylamış… Güzel… Olması gereken olmuş! Sonra birileri mızırdanınca onaylanan plan tadilatını yine belediye tarafından iptal edilmiş… Sen misin iptal eden!

Allahtan Ankara var! Ankara olaya müdahale ediyor, özel turizm bölgeleri imdatta yetişiyor ve İl Genel Meclisi plan tadilatını onaylayarak bağlılıklarını bir kez daha kanıtlamış oluyorlar! (Ayrıca böyle bir olanak tanındığı için katkı veren herkese teşekkür ederiz.) Milli servetin heba olmasını kendilerini cansiperane ederek engelleyen İl Genel Meclisini yürekten kutluyoruz(!) Gökçeada’nın canı cehenneme(!) …  İş bitti yani…

Yalnız turizm yatırımcısını bekleyen bazı tehlikeler var… Bunlara dikkat çekmek gerekiyor! En önemlisi de altıncı filo! Yo, Gökçeada da altın arayacaklarını hatırlatmayacağım… Zaten Gökçeada, Semadirek, Bozcaada, Midilli gibi Ege adaları Kaz Dağlarının sularıyla besleniyorlar…  Kaz Dağlarındaki siyanür bu adaları da yakinen etkileyecek! Yakın gelecekte içme suyu bile bulamayacak adaya bu gereksiz yatırımı yapmak çok da akıllıca bir yatırım değil! İçme suyu, abdes alma suyu yatırımı yapsa paraya para demez! Hem plan tadilatı gibi ayrıntılarla da uğraşmak zorunda kalmazdı. Ölü yatırım dedikleri bu olsa gerek!

Ben ne yatırımdan ne de yatırdan anlarım… Yine de Gökçeada’nın başına gelecek felaketi görmek için herhangi bir şeyden anlamaya gerek yok! 

Yeni yerel yönetimler –belediye- yasası hazır geçerken bunlara da el atsalar fena olmaz! Mesela belediyeler, yatırımcı zatın mevcut planı yüzde beş yüz oranı geçmeyecek şekilde plan da yapacağı hafif fazlalıklar belediye tarafından alkışlar içerisinde kabul edilir. Hatta bu başarısı kutlanarak 10 yıllık içme suyu faturası gönderilmez… (Ortalıkta su kaldıysa) Tebrik babından yani… Diğer yatırımcıları da teşvik eder… Güzel olmaz mı? Hakikaten çok da başarılı olur… Mesela 2 katlı bir tesis mi kuracak… 12 kat yapsın… Yer hafiften eğimliyse 4 katta aşağıya doğru gömsün… Aşağı kısmi yüzde 500 sınırına dahil olmasın! Bak! Böylesi daha iyi oturdu! Çift kaymaklı ekmek kadayıfı gibi… Oh, şerbetinden de koy!

Şimdi aynı yasayla belediye projelerini Vali ya da onun yerine bakacak bir Vali Yardımcısı onayı istenecek… Çok faydalı bir yasa… İktidar belediyesi isen büyük sorun var… Adamcağız memleketi için bir şeyler yapacak ama yapamayacak! Neden? Bir tür devlet onayı almak için Valiliğin kapısında bekleyip duracak… Muhalefet belediyeleri için böyle bir sorun yok! Valla iktidar partisi belediyesi olmak da çok zorlaşacak! Böyle bir yasadan sonra neden hala Belediye Başkanı seçimi yapacağız anlamış değilim…

Tamam, seçim demokrasinin olmazsa olmaz bir gerekliliğiyse yine seçim yapalım… İlk altıya giren adaylar içerisinden Vali’nin beğendiği 3 aday bakanlar kuruluna önerilsin! Bakanlar kurulu da bu üç isimden birini atasın!

Seçimse seçim… Demokrasiyse demokrasi… Bundan daha güzeli olabilir mi? Hem seçime katılmış ve en çok oy almış altı kişinin de seçilme şansı var… Çoğulculuk bu olsa gerek! Devleti yöneten koskoca bakanlar kurulu da biraz yorulacak tabi… Sonuçta onlar da seçimle geldiler… Seçme hakları da olsun mutlaka… Buna da “seçilmişlerin seçmesi çoğulculuk demokrasisi sistemi” diyelim…

Hükümet iktidar olduğu süre içerisinde birlikte çalışacağı belediye başkanları hakkında da söz sahibi olabilmeli… En doğal ve güzel hakları… Ne güzel bir demokrasi… Ne güzel bir gül bahçesi…

En sonunda da muhalefeti belirleyecek bir seçim yapalım ama bunda da sadece iktidar partisine üye olan üyeler katılsın… İşin içine halkı da katmakta fayda görüyorum… Bir kısmı da olsa, mutlaka halk da işin içinde olmalı! Koskoca iktidar partisi kiminle mücadele edeceğini de belirlesin artık. Bu kadarcık da hakları olsun… Her şeyi de iktidardan beklemeyin! Onlara da yazık!

Zaten hepimiz aynı tarafta olursak, bitaraf olan da olmayacaktır… İç barış da böylelikle sağlanmış olacaktır! Yaşasın çağdaş demokrasimiz… Hakikaten yerel yönetimleri güçlendirelim dedikleri böyle bir şey olmalı…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…     

13 Ekim 2012 Cumartesi

yarın bizim...

Muhtemelen  kendi sonumuza gidiyoruz. Yürüyün dostlar....

11 Ekim 2012 Perşembe

Bilim yolunda ilerliyoruz…

 
“Japonlar öyle bir alet yapmış ki…” geyiği ile başlayan teknolojik ve bilimsel konuşmalarımız “japonların keşifleriyle” sınırlı. Acaba Japonya’da da “Türkler bugün yine bir şey keşfetmemiş” gibi bir geyik var mı?
 
Bilim dünyası “Evren hakkında 8 gizem”i araştırıyor… Biz Kenan Evren’in mahkemeye gidip gidemeyeceğini daha çözemedik.
 
Bilim dünyası; “yer çekimi ve uzayın dokusu” üzerine çalışıyor, biz 90’lık Evren’in çilt dokusunu bir çözsek büyük keşif yapmış olacağız.
 
Bilim dünyası; “big bang nasıl oluştu?” diye soruyor, biz hala 12 Eylül darbesini tartışıyoruz. Tartışmadığımız, çözemediğimiz bir şey kalmış gibi…
 
Bilim dünyası; “hızlanarak genişleyen evren” üzerine kafa patlatıyor, karanlık enerjinin ne olduğunu bulmaya çalışıyor, biz 32 yıl önce olan darbe ile hesaplaşamıyoruz.
 
Bilim dünyası; “paralel evrenler; çoklu evren modeli” üzerine çalışıyor, memleketin her yeri Kenan…
 
Bilim dünyası; “Kara delikler” diyor, bizim her tarafımız karanlık.
 
Bilim dünyası; “herşey bir holigram mı?” diye soruyor biz hö?
 
Bilim dünyası; “zaman sadece bir yanılsama mı?” Biz, saat kaç? Gün bitse de yatsak! Sanki uyanık kalma süremiz, yatakta geçirdiğimiz süreden fazlaymış gibi…
 
Bilim dünyası; “madde nereden geliyor, anti-madde nereye gidiyor?” diyor, biz maddeci olma, paradan daha değerli şeyler de var diyoruz... Götüren götürene…
 
Andrea Thomaz, 36 yaşında “Robotlara, insanlardan öğrenmeyi öğretiyor” Biz insana insanlığın tarihini öğretememişiz… Hatun kişi robotlara öğretmek için hayatını veriyor… Bizim adımız Tomas, bize bunlar komaz!
 
San Fransisco’daki Kaliforniya Üniversitesinden 31 yaşındaki Shawn Douglas kanseri öldürmek için DNA nanorobotları programlıyor, biz daha bir günümüzü programlamayı öğrenemedik. İnşallah bu yüzyılda çözeceğiz…
 
Güney Kaliforniya üniversitesinden 32 yaşındaki Mohammed El-Naggar “bakterileri modifiye ederek yarıiletken üretmelerini sağlıyor. Aferin ona! Biz facebook canavarları ve twit üstatları üretiyoruz…
Edwin Olson daha saçma şeylerle uğraşıyor… Özerk robot ordusu yaratıyormuş… Salak! 35 yaşında Michigan Üniversitesinde. Yolun yarısında! 70’ e geldiğinde robot ordusunu terhis mi edecek! Robotlara paralı askerliği mi keşfedecek?
 
O kadar karamsar olmaya da gerek yok! Bizden de biri var… Aydoğan Özcan! 34 yaşında… Los Angeles’de yaşıyor… Akıllı telefonları medikal aygıtlara çeviriyor… Diyor ki; “Geliştirdiğimiz çözümler, daha önce anlayamadığımız şeyleri anlamamızı sağlayacak zengin veriler sağlayacak.” Biz onun ne dediğini anlamasak da birileri onu anlıyor…
 
Kangırlı Üniversitesi, 49… “62’den tavşan yapmayı çözmek üzere…” Biraz yaş ileri ama kolay değil… Matematikten biolojiye uzanan derin bir süreç!
 
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

Çanakkale sıÇrayacaksa ancak böyle…



Bakan Çağlayan, Körfez ülkelerinde Türk dizilerinin büyük rağbet görmesi nedeniyle iş dünyasına seslenerek, “Hollywood tarzı büyük film platoları kurun, teşvik bizden” dedi. Bakan bunu ne zaman dedi? Mayıs’ın başında…

Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, sinema sektörünü dünya ölçeğinde geliştirmek istediklerini belirterek, film platosu kuranların 5. bölge teşviklerinden yararlanacaklarını açıkladı. “Serbest bölgeleri özel ekonomik bölgeler yapmak istiyoruz. Bunların birinde dünyanın en büyük film platosunu yapmak istiyoruz. Bu konuda bizim Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın tespit ettiği ve Bakanlar Kurulu'nun seçtiği projeleri, 5. bölge teşvik kapsamına alacağız” dedi. Dizi ve sinema sektörünü dünya ölçeğine taşımayı amaçladıklarını ifade eden Çağlayan, ABD'nin Hollywood ve Hindistan'ın Bollywood benzeri bir film platosunun kurulmasına öncülük edeceklerini söyledi. İş dünyasına çağrı yapan Çağlayan, “Ankara'da da olur. Konya'da, İstanbul'da da olur. Türkiye'nin neresinde olursa olsun, bunu 5. bölge teşvik kapsamına alıp teşvik edeceğiz. Bu konuda çalışmak isteyen özel sektöre çağrı yapıyorum” dedi?

“Türkiye'de, iddialı, aynen Hollywood ve Bollywood gibi bir film platosu çalışmamız var. Cari işlemler açığımıza 20 milyar dolar pozitif katkı sağlıyorlar. Kuracağımız film platosunda dünya çapında film yapımcıları gelsin ve film yapsınlar” dedi.

Çanakkale, coğrafi konumuyla bu merkezin kurulabileceği en olasılıklı kenttir… Büyük kentlere yakın oluşu çok büyük avantajdır… Hava ulaşımı ve yakınlığı göz önüne alırsanız Çanakkale’yi tek geçerim… Bir de buna doğal film platolarını eklerseniz örneğin Gökçeada, Bozcaada, Gelibolu Yarımadası, Kaz dağları, Babakale, Çanakkale Boğazı gibi Çanakkale’nin böyle bir sektör için ne kadar uygun olduğunu görürsünüz…

Koskoca Organize Sanayi Bölgesi öyle duruyor… Depo olarak kullanılan bir alandan başka bir şey değil, şu anki haliyle… Hatta bir süre sonra bu alan film sektörüne yetmeyecektir…
Film sektörünün kentte gelmesiyle birlikte zaman içerisinde aynı sektörün sanayisi de ar-ge si de kentte gelecektir…

Bu arada yan sektörler de gelişecektir… Dekor ustaları, set işçileri, Işıkcılar, kostümcüler, terziler, çaycılar, garsonlar, dublörler, karakter oyuncuları, artistler, jönler, yönetmenler, asistanlar, kameramanlar, makyözler, özel efekt uzmanları, senaristler derken bir anda 100 bin kişiden oluşan bir sektörün gözlerimiz önünde olgunlaşmasına tanıklık edebiliriz…
Bütün bu alanlara teknik eleman yetiştirecek bir Üniversite’yi de buna ekleyin…
Bitti mi? Hayır…

Sektöre ham madde ve lojistik sağlayacak küçük işletmeler, Oteller, Pansiyonlar, Yiyecek sektörü, tarımsal üretim vs…

Bitti mi? Hayır…

Turizm kendiliğinden canlanacak… Hayatları boyunca Truva adını duymayanlar, Polat Alemdar’ı görmek için gelecekler… Bir süre sonra Kent Edebiyatı da oluşacaktır… Bir den bire Çanakkale adı, Türkiye’nin önüne geçecektir… İşte ondan sonra Çanakkale Markasından bahsedebiliriz…

Tabi bunlar nasıl olacak? Bir kere Kaz Dağlarında altın çıkartmayı durdurduğumuzda olacak… Kirli metal çelilk sanayinin bu kenttin topraklarından uzaklaştırdığımız zaman olacak! Termik santralleri kapadığımız zaman olacak… Yeşil kentti gerçekleştirdiğimiz zaman olacak… Sermayenin, kent dinamiklerinin gerçekten samimi oldukları zaman olacak… Birikmiş sermayeyi dönüştürebildiğimiz zaman olacak…

Yani…

Aklın vizyona dönüştüğü zaman düşler gerçeğe dönüşür… “Şeffaf Film Şenliği”nin bile yaşamadığı bir kentte böyle düşlere ne gerek var? Boş verin siz işinize bakın! Düşler biraz daha bekleyebilir… Kendinizi kandırmayın!

-geMici-

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR… 

Tarihi keşifleriz: Mehter adım sağlık yürüyüşü…



Yürüyüş bizde yeni başlamış bir alışkanlık değil… Genlerimizde var. Allah bizi yürümek için yaratmış saki… Düşünsenize sen Orta Asya’dan çık Viyana kapılarına kadar yürü…  Yürümeyi en çok biz severiz. Tabi yürümeyi zaman içinde de geliştirmişiz…

Bakmışız ki, yavan yavan yürümek hoş değil mevzuya müzik unsuru katmışız. Tabi geçmiş zamanlarda Japonlar şogun kültüründen bir adım ileri gidemediklerinden olacak, daha mp3 çalarları keşfedemedikleri için atalarımız mehter takımını keşfetmişler…  İki ileri bir geri yürüyüş tarzıyla yürüyüş kavramına müzik unsurunu da tarihte ilk uygulayanlar yine biz olmuşuz. Ve bugünlere kadar gelmişiz…

Emperyalizmin ezici kültür bombardımanı altında mis gibi yemeklerin yerine fast-food denen illetin esiri olup obezleşince büyüklerimiz olaya el koyup yürüyüş seferberliği başlattılar… 3 ekim tarihinde de memleketçe yürüdük. Tabi yürüyüş uyanışını topluma mal edebilmek için İl Sağlık Müdürlükleri harekete geçti. Bakanlık her kente uygun sloganı belirledi! Çanakkale için belirlenen yaratıcı slogan ise; “Çanakkale Geçilmez, Yürüyüşten Vazgeçilmez!”
Dudak uçuklatan bu zeki fikir bürokratlar arasında epey bir ilgi uyandırdı… Saat 11 gibi yürüme ateşiyle yanan bürokratlar ve memurlar 18 Mart stadının önünde toplandılar. Kravatını çıkaran memur arkadaşlar yürüyüşe hazırdı. İlk Sağlık Müdürü işin ciddiyetine uygun eşofmanlarını giymişti. Sayın valimiz de tam saatinde siyah eşofmanlarıyla geldiler… Belediye başkanı da hazırdı… Hep birlikte stada girildi.   

Tarihin ilk yürüyüş ekipmanı mehter takımı da yerini almıştı… Bu tür organizasyonların olmazsa olmazı saygı duruşu ve istiklal marşından sonra günün anlam ve önemini vurgulayan konuşmalardan sonra stat dışına kadar mehter takımı önde yürüyüşçüler peşinde, iki ileri bir geri yürüyüş tarzında Atatürk Caddesine hevesle çıkıldı…

Mehter takımı kıyıya çekildi ve “Çanakkale Geçilmez, Yürüyüşten Vazgeçilmez”  sağlık yürüyüşü başladı. Tempolu yürüyüşte memurlar takım elbise tarzındaki eşofmanlarıyla epey bir performans gösterdiler.

Yürüyüş bittiğinde yürüyüşe katılanları su ve elma bekliyordu. Günün ödülü de buydu. En çok kilo atan her zaman olduğu gibi basın mensupları oldu. Ellerinde fotoğraf ve kameralarıyla en önde olmayı başarırlarken, diğer yandan da görevlerini em iyi şekilde yapmış oldular…
Devletimizin yapmış olduğu istatistiklere göre kentimiz ülkenin en OBEZ kentiydi… Bu yürüyüşten sonra bürokrasideki hafifleme, örnek davranış umarım kentliye de yansır ve bir an önce sıralamadaki yerimiz aşağılara doğru iner…  

Yürüyüşe katılanları tebrik ediyorum… Özellikle de günlük kıyafetleriyle, büyük bir özveriyle Çanakkalelilere örnek olan bürokratları…

Altıncıları kutlarım…

Kaz dağları anlaşıldığına göre dar gelmiş… Gökçeada’yı da hedefleri içine almışlar. İyi etmişler! Memleketimizin dört bir yanını talan etmeden sakın burayı terk etmesinler…  Şehircilik ve Çevre İl Müdürlüğünün memleketimize yaptığı engin katkıları yadsımamak gerekir. Zaten devlet mekanizması ne zaman çevreye, yürüyüşe, sağlığa el atsa işin rengi de değişiyor, renkleniyor, bir başka  güzelleşiyor. Hakikaten biz bu kıymeti yeterince anlayamıyoruz!
Hep bizi düşünüyorlar, hep bizi seviyorlar, hep ama hep…

Bu sevgiden bıkmadınız de mi?

-geMici-

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…