17 Haziran 2019 Pazartesi

Kent “SOSYALİZMİ”



Bir diğer değişle kentte eşit yaşama… Ama sosyalist kurallarla… Kıvırmaya gerek yok! Bu mümkün mü? Neden olmasın.

Önce tanımları iyi yapmak gerekir. Ya da tanımlardan aynı şeyi anlamak… Aynı şeyleri anlayamıyorsak zaten olay bir ütopya düzeyini geçemez. Ayrıca unutmamak gerekir ki, her şey bir “düşle” başlar.

Sosyalizm, komünizme giden yolda bir ara sistemdir. Aralarında ciddi bir “felsefe” farkı vardır. Sosyalizmde herkes emeği karşılığını alır, komünizmde her şey eşit paylaşılır: bu bir. 
  
“Sosyalizm, komünizme giden yolda bir ara sistemdir.” diyorum ya, bunun nedeni tüm dünya ülkeleri sosyalist yönetim biçimine geçerse ancak o zaman “komünist” yönetim biçimine geçilebilir; bu da iki…

“Kent Sosyalizmi” diyorsanız bunun altını doldurmak gerekiyor…

Kent kaynaklarını halk yararına kullanmak… Rantı halka yaymak bunu gerçekleştirir mi? Hayır! Bu sadece “sosyal demokratların” bize paketleyip sundukları can canlı bir durumdur. Zaten bu sosyal demokratlar Avrupa sermayesinin bize ve dünyaya Amerikan sermayesinin egemenliğinin üstünü örtmek için sunduğu güzel bir “insanlık tarihi” kazığıdır. Kelimenin tam anlamıyla kocaman bir kazıktır!

Bunun felsefesi de yapılmıştır: Avrupa’da… İşçi sınıfının direnişiyle sosyal haklar kazanıldıkça, işin sonu kötüye gittikçe sermaye akıl kullanarak son kozu olan toplumsal rüşveti önermiştir; SOSYAL HAKLAR…

Bunu da işçi sınıfı “Sarı Sendikalar” sayesinde yutmuştur… Tarih muhteşem akıyor. Her şey sermaye için! Bakınız; üye olduğunuz sendikalar! (Ya onları haklarınız için mücadele alanına çekin, çekemiyorsanız değiştirin, ya da istifa edin! Yoksa satılmanız kaçınılmaz… Salak karınca durum bu!)

Sosyalizm, komünizm, sosyal demokrasi kısaca bu… Kısa bir özet geçeyim; sosyal demokrasi komünizme giden yolda sosyalizmin önünü kesmek için uydurulmuş bir yalandır. Atla sosyal demokrasiyi…

Sosyalizmle burun buruna gelirsin! Paylaşım; herkes hak ettiği kadar! Kent Sosyalizmi de bu noktada hayat bulabilir… Başarabiliriz… Zaten ütopyada burada başlar. İşin gerçeği bizim ütopyaya da ihtiyacımız yok! Biraz gerçek, biraz hayat, biraz güzellik, biraz farkındalık, biraz insan, biraz empati, biraz şiir, biraz sevgi, biraz saygı, biraz var olmak!

Kent bize bir şey sunuyorsa, biz kente bir şey sunuyorsak –katkıdan bahsetmiyorum- olabilme olasılığı hala var.

Tabi içselleştirebilirsen…

-geMici-

gemici@yandex.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

NOT: Devamı şiddetle var…





   

19 Nisan 2018 Perşembe

Her gün gibi…



16 Nisan / Pazartesi…

Sevgili günlük. Sabah kalktım. Bunda bir acayiplik yok. İnsanlar sabahları kalkar. Benimkisi de öyle bir kalkma. Tabi ki uzun bir tuvalet maceram oldu.(Zaten bu macerayı da yaşamasam hayat çok monoton. Avrupalı gibi zannetmeye başladım.) Kendimi gayet iyi hissediyorum.

Yapmam gereken rutin işlere başladım… Çanakkale’nin sabah ışığında görüntülerini çektim. Bugünlerde kilo mu aldım ne? Adım sayacını kontrol ettim. Gayet başarılı olduğumu gördüm. Epey adım atmışım yani… Zayıflayacak kadar değil ama yeterince atmışım. İnanır mısın günlük, kendime güvenim arttı. Yeşil binanın kameralarını kontrol ettim. Onlar da başarılı…

Akşam her zamanki akşam… Yemek ye, hatunla didiş, çocukla hesaplaş falan filan… Ve yat! Yani her şey olağan seyrinde gidiyor…

17 Nisan / Salı… 

Kendimce “yine aynı bir güne başlamanın” stresindeyim. Lakin hayat aynı monotonlukta… Kendimi tam bir Avrupalı gibi hissediyorum. Ne sıkıcı bir hayat. Yine o muhteşem tuvalet maceram çok başarılıydı.  

Televizyonda biri konuşuyor. “26 Temmuz” “Seçimse seçim” “Gecikirse olmaz” gibi kelimeler uçuşuyor. Ne oluyor len demeye kalmadı 26 Ağustosta seçim olsun diyen bir küçük muhalefet lideri küçük ekranda damarları ortaya çıkarcasına bağırıyordu.

İnanır mısın günlük, kendime geldim. Bir süredir Avrupalı triplerindeydim. Yaşadığım coğrafya Ortadoğu, ben Avrupalı…  Zaten bir şey olacağı kesindi. Asrın lideri gurup toplantısında hala 2019 seçiminden dem vuruyor…

Fırtına… Açıklama üstüne açıklama… Çarşamba günü iktidar koalisyonunun liderleri buluşacak!

Sevgili günlük, akşamı s.tir et. Ben Çarşamba ne olacak onu bekliyorum…

18 Nisan / Çarşamba…

Sabahı zor ettim… 24 saatte bu kadar bilinmez Ortadoğu’ya bile fazla. Avrupalılıktan vaz geçtim Ortadoğulu olmaya çalışıyorum ama Ortadoğulu ‘ya bile hayata yetişmek çok zor…  Bu ne hız… 24 saatte gündem ters yüz…

İktidar koalisyonun liderleri topu topu otuz dakika görüştü. “Esselamu aleykum” “Ve aleykümü” desen zaten 20 dakika… Topu topu 30 dakika süren bir liderler toplantısı. Buradan anlaşılan şu; sarayın ödeneği bitmiş, çay kahve ikramı artık yapılmıyor.
Bir açıklama daha geliyor… Asrın lideri 15:30’da basın açıklaması yapacak!

Seçim tarihi 24 Haziran… Açıklamada sadece şunu demediler… “Biz seçimi az önce yaptık.”

Yabancı basına baktım… “Early election” manşetleriyle verdiler bu gelişmeleri. Tabi batı bunu hala seçim zannediyor. Oysa bu “Early Selection” olmalıydı…

Yani anlayacağın sevgili günlük bu hız bize bile fazla. Avrupalının anlaması zaten mümkün değil…

Ha burada sevgili günlük “26 Ağustos” 24 Haziran” “Erken seçim” Haberimiz yoktu” gibi alt dalgadan seslendirilenlere biz bu coğrafyada “palavra” diyoruz. Sevgiyle kal günlük!

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…



14 Şubat 2018 Çarşamba

Deney…
Bilimin kendisi…
Hayatı deneme yanılma haliyle yaşıyorsanız bu sizi bilim adamı yapmaz. En fazla cahil yapar. Çocuk sobada yanan ateşi görür. İlgisini çeker. Bir iki yanına gider. Keşfetmek ister. Bu çocuğun ateşle ilk sınavıdır. Anne-baba ısrarla “cız” falan deseler de çocuk elini en az bir kere yakacaktır.
Çocuk elini bir kere yaktıktan sonra bir daha sobaya yaklaşmayacaktır. Bu çocuğunuzu bilim adamı yapmaz ama bu bir hayat deneyimidir. Kendince bilinmeyeni keşfetmiş ve öğrenmiştir.
Sobayla şaka yapılmayacağını öğrenmiştir. İkinciye elini yakıyorsa şüphe duyun. Eğer üçüncü ve daha fazlasını yapıyorsa hiç uğraşmayın hemen sanayiye iyi bir ustanın yanına verin. Eğitim sistemi içerisinde zayi olmasın…
İnsanlık Tarihi kocaman bir birikimdir… Her çocuğa “en baştan başla” deme şansımız yok. Zavallı çocuk insanlık tarihinin 10 bin yılda biriktirdiklerini 70 yılda nasıl bitirecek? Onun için okula gidip insanlık tarihinin birikimini öğrenecek. Sonra yol ayrımı…
Yol ayrımı bir;
İnsanlık tarihine bilgi katacaksa bilim adamı olup yeni ufukları keşfetmeye, soru sormaya, neden-sonuç ilişkilerini çözmeye kendini adayacaktır. Deney yapmayı sürdürecektir. Yapılmış deneyleri değil, hiç kimsenin aklına gelmemiş deneyleri yapacaktır… Biz de ona “bilim insanı” deyip gıptayla bakacağız. O çocuğu tebrik ediyorum…
Bir ikinci yol ayrımı daha var…
Kolaycı! Soba-çocuk ilişkisiyle hayata devam eden bizler… Bizler de ikiye ayrılıyoruz… Elini bir kere yakıp hayata devam diyenler ama hayatını da böyle sürdürenler. Sanki insanlık tarihinde yokmuş gibi deneme-yanılmama süreciyle yaşamaya devam edenler.
Ulan bilim orada duruyor… Kütüphaneler doldurmuş. Oku biraz… Her şeyi de deneme… Biraz da biriktirilmiş bilgiden yararlan. Ama olmaz! İlle de deneyerek öğrenecek. “Hakikaten atom parçalanıyormuş” diyecek. Evet, parçalanıyor… Hem de feci bir şekilde. Ama soba değil ki bu? Atom… Hanım bağıracak şimdi “maf ettiniz evi”
Hayat zor… Bu ikinci yolda bir de ısrarcılar var ki, ne desen fayda etmez!
Hayata başladıkları gibi devam ederler. Deney onların hayatlarıdır. Tek farkları denediklerinin hemen unuturlar. Tekrar tekrar aynı şeyi denemeye devam ederler. Denedikleri aynı şey, sonuç aynı şey! Aynı deneyden farklı sonuç da beklemezler… Israrla denemeye devam ederler, denediklerini unuturlar. Balıkla aynı hafıza kartına sahiptirler… Hatta bazı balık türlerinin daha zeki olduğu haller bile görülebilir. O bazı balıklardan farkları kendilerini “deneysel bütünlüğün” süzme sonuçları zannetmeleridir.
Ondandır memleket havası… 8/9
-gemici-
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR… 

21 Mart 2017 Salı

Küçük-büyük burjuvalara karşı direnmek!

Hak etmiyoruz. Mücadele etmedik! Buraya kadar dayandık, geri çekile çekile… Memnun muyuz? Hayır!

Mevzilerimizi terk ettik, siyaseti burjuva sınıfına kendi ellerimizle teslim ettik. zannettik ki, -en azından- kendi hayatlarını sürdürebilmek için asgari demokratik şartları savunabilirler. (Eğer bugün böyle bir “sınıf “ kaldıysa.) Yani olmayan bir “sınıfa” teslim ettik. Onlar da ortalıkta olmayınca, bizim terk ettiğimiz “siyaset” mevzilerini” “küçük burjuvalar” doldurdu. Onlar da dolduramayınca, ki, doldurmaları zaten mümkün değildi. (Hem zeka, hem yetenek, hem de bilimsel bilgi birikimi açısından) çünkü; bıraktığımız mevziler bilimdi… Aslına bakarsanız, zaten doldurmalarını beklemek aptallıktı. Ve biz aptaldık! Zaten onlar da ezilip gitti! Onların yerine daha gerici; feodal, baskıcı, yontulmamış, kaba bir siyaset anlayışı karşımıza çıktı.

Bakmayın siz bugün ses çıkaran uzlaşmacı ve korkak “küçük burjuvalara…” İlk fırsatta ülkeyi terk edeceklerdir. Yine “biz” kalacağız, faşizmle burun buruna…

16 Nisan sonrasına hazırlanma zamanıdır...

Gelen dalga “global faşizmim” küresel denemesidir. Bu sadece bir bölgenin ya da bir ülkenin karşılayabileceği bir dalga değilidir. Batımızdan doğumuza, kuzeyimizden güneyimize yeni bir “iyi insanlar” dayanışmasıyla göğüslenebilir.

Kendi konumlarımızı korumak iç güdüsüyle hareket edemeyiz… “Bu bize zarar verir, davanızı geri çekin” anlayışı “küçük burjuva” siyasetinden başka bir şey değildir. Bunun en küçük örneği sendikalardır. Sendikalar sadece “emek örgütleri” olarak tanımlamak dangalaklıktan öteye gidemez! Sendikalar aynı zamanda uluslar arası dayanışma örgütleridir! Bunun için (küçük-büyük) burjuva siyasetine teslim edilemez! Sendikalar aynı zamanda bir STK değildir! Mücadelenin en saf, temel gücüdür!

Bizi pasifleştiren her şeye karşı durmalıyız! Ki, ancak o zaman mücadelenin saflarını kurabiliriz!  

Yarın, bugünden daha zor olduğunu düşünen sadece ben olamam… En azından bu kadar yalnız olmadığımı biliyoru. Buna da inanmak istiyorum!

Ölümün olduğu yerde yaşam, korkaklığın olduğu yerde cesaret, kötünün olduğu yerde iyi, aptallığın olduğu yerde akıl da olmak zorundadır. Her şey karşıtlarıyla vardır.

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...

29 Ağustos 2016 Pazartesi

"Bir Gün Tek Başına"

Bir büyük ustayı da ışıklara uğurluyoruz: Vedat Türkali... 12 Eylül faşizmin karanlık günlerinde okuduğumuz "Bir Gün Tek Başına" bize direnmenin ne anlama geldiğini öğretti. Ayakta kaldık. Bir yazar, faşizme kitaplarıyla kafa tuttu, direndi. Zaten direnmenin tek yolu okumak. Karanlığa karşı okumak. Elimizdeki tek silah...

Biz bilirsek, öğrenirsek karanlık küçülür, kaybolur... Okuyarak, daha çok okuyarak aydınlanacağız, ışığı büyüteceğiz. Başka yolu yok. Karanlık, cahillik bilgiden kaçar, korkar!

Sizin bilmenizi istemezler... Siz bilirseniz, sizi kandırmak mümkün olmaz, zaten bunu bildiklerinden cahilliğe methiyeler düzüyorlar. Cahilliği yüceltiyorlar...  Yeni bir "karanlık çağın" kapılarını ardına kadar açmaya çalışıyorlar...

Ondandır ki, Köy Enstitülerini kapattılar, ondandır ki, öğretmen okullarını kapattılar. En son Öğretmen Liselerini tarihe gömdüler...

Usta hep karanlıkla savaştı... "Karanlıkta Uyananlar" filminin senaryosuna yazan da Vedat Türkali'dir. İşçi sınıfının ayağa kalkışının destansı öyküsünü anlatıyordu. O güne kadar Yeşilçam'ın alışık olmadığı bir filmdi. "Küçük Hanımefendi"lerden farklıydı. Sinemanın görmek istemediği bir gerçekliği zorla sinemaya sokmuştu...

"Boşuna çekilmedi bunca acılar..." ağzımızdan düşmeyen şarkı aslında bir şiirdir ve yazan da Vedat Türkali'dir.

Zaten bir adam nasıl yaşadıysa öyle yazar... Vedat Türkali'nin eserlerine bakın, nasıl yaşadığını da göreceksiniz. Hep aydınlığın, iyiliğin yanında olduğuna tanıklık edeceksiniz.

CHE'nin bir hücresi kadar olamayanların laf söylemeye cesaret eden cahillerin yönettiği bir ülkede yaşamak istemiyorsan her şeyi okuyacağız! Bırakın cahilliklerini dışa vursunlar.

"Amerika'ya kafa tutacaksan CHE gibi kafa tutacaksın" Belki de en güzel gazete manşetiydi Birgün" Gazetesinin manşeti. Evet, kafa tutacaksan CHE gibi kafa tutacaksın... Emperyalizme kafa tutmanın başka yolu yoktur.

Emperyalizme, kapitalizme kim kafa tutsa ondan nefret ediyorlar... "İki ayyaş"tan da nefret etmelerinin nedeni budur. Bugün 30 Ağustos... Büyük Zafer'in yıl dönümü. O büyük zaferin sahipleri o "İki Ayyaş" dediğinizdir. (Yeri gelmişken; herkesin 30 Ağustos Büyük Zafer Bayramını kutlarım.... Emperyalizme böyle ders verilir. Bu ülkeyi parsel parsel emperyalizme satanları da tarih yazacak! "Beni" yazmayacak...)

Cumhuriyeti, demokrasiyi, evrensel hukuku, adaleti, insanlığın birikimini, sanatı, güzel olanı sevmiyorlar. Kafalarında yarattıkları koca bir karanlığın içinden çemkiriyorlar... Hepsi bu!

Cahilliği kutsayan, hayat biçimi haline getirmeye çalışanlara inat her gün öğrenerek devam edeceğiz. Karanlığa, faşizme, gericiliğe teslim olmayacağız!  

Aydınlık kalın...  

-geMici-

gemici@yandex.com


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...

16 Ağustos 2016 Salı

Hayatı güncellemek…

Mümkün değil! En azından şimdilik… Yarını bilemem, o da varsa. Herkes kendi hayatını yaşıyor. Yaşayabildiği kadar, bilebildiği kadar… Sıkıcı ve hiç bitmeyen bir hayat…

Geçmiş, şimdi ve gelecek üçgeninde yazı tura atarken oynadığımız denk gele olasılıklar arasından payımıza düşen “şu an” yaşadığımız. Nicel birikimler… Bir bakıyorsun en gıcırından bir “nitelik.”

“Lan hepsi bu mu?” diyesin oluyor ama diyemiyorsun… Çünkü toplanan, biriktirilen toptan yanlış. Yanlış olandan da ortaya çıkan “nitel değişiklik” de işte bu… Nasıl saklayıp saklamayacağınız kişisel… “Ben bunu saklamak istemiyorum” gibi bir olasılık, olasılık dışı…

Mecburi istikametin sürüklediği yer, çıkmaz sokağın gürültüsünden ibaret. Zaten bu hızla giden nesnenin çarpmasından çıkan gürültü de oldukça duyulur olacaktır. Sağırların göreceği şiddette ama sığırların denize beyaz donla girebilme estetiğinde…

Saklanacak bir felsefenin daha icat edilmediği dönemlerden kalma birçok gerekli gereksiz sorunun içinden ayıklayabildiğimiz; “ne, nerede, nasıl, neden, niçin, kim” bahtsızlığında sorulmaması gerekenlerin başımıza açmaya çalıştığı çorapların ayağımıza olup olmadığının da sorulmayacağı çağlara hızla merhaba derken… “Derken” zaman noktasının bulunduğu yer sizin olmamanız gereken yer aslında…

Olmanız istenseydi; soru sorma, sorgulama, analiz ve –doğru/yanlış- bir nihai noktaya ulaşmanız da istenirdi. Aslına bakarsanız bu bir temel “düşünme” estetiğidir ama estetik “kich”e dönüşmüş, “sen ne diyorsun beya…” şeklinde bir Trakya fıkrası…

Kıyısından köşesinden ısrarla tutunmaya çalıştığımız –nasıl bir gereği varsa- yaşamlarımızın gözlerimizin önünde hafiflemesinin yansımasını “hey baya zayıflamışsın” olarak algılanmasının yarattığı şok dalgası atlatıl(a)madan ardından gelen “ama kişilik olarak” zevzekliğinin yer aldığı günlük nefes alıp verme monotonluğunda nasıl derseniz…

Tarifsiz kederler içinde çırpınan şair misali –ama o şair- kendinizi benzetmeye çalıştığınız dertlerinizle aslında hiçbir benzerliğiniz olmasa da sizi kurtaran yüzünüzdeki “küçük Emrah” ifadesi oluyor. Fark; “bilmek”

Kendimi şaire ayıp etmiş sayıyorum… Hatta şiddetle kınıyorum!

Zamanımızın olmayan masallarında genetiğiyle oynanmış düşen elmalar arasında “mutlu yaşamlara” devam… Masalın sonu. Giriş ve gelişmesini ben yazmadım ama yaşamaya mecbur kılındım.

Gammazlığın sürrealizmi içinde gizliden gizliğe yaşanan… Hedef tahtasına konan aslında yine kabul görendir…

Yine de hayatı güncellemeye çalışın… Olursa da olur…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…       

Hayatı güncellemek…

Mümkün değil! En azından şimdilik… Yarını bilemem, o da varsa. Herkes kendi hayatını yaşıyor. Yaşayabildiği kadar, bilebildiği kadar… Sıkıcı ve hiç bitmeyen bir hayat…

Geçmiş, şimdi ve gelecek üçgeninde yazı tura atarken oynadığımız denk gele olasılıklar arasından payımıza düşen “şu an” yaşadığımız. Nicel birikimler… Bir bakıyorsun en gıcırından bir “nitelik.”

“Lan hepsi bu mu?” diyesin oluyor ama diyemiyorsun… Çünkü toplanan, biriktirilen toptan yanlış. Yanlış olandan da ortaya çıkan “nitel değişiklik” de işte bu… Nasıl saklayıp saklamayacağınız kişisel… “Ben bunu saklamak istemiyorum” gibi bir olasılık, olasılık dışı…

Mecburi istikametin sürüklediği yer, çıkmaz sokağın gürültüsünden ibaret. Zaten bu hızla giden nesnenin çarpmasından çıkan gürültü de oldukça duyulur olacaktır. Sağırların göreceği şiddette ama sığırların denize beyaz donla girebilme estetiğinde…

Saklanacak bir felsefenin daha icat edilmediği dönemlerden kalma birçok gerekli gereksiz sorunun içinden ayıklayabildiğimiz; “ne, nerede, nasıl, neden, niçin, kim” bahtsızlığında sorulmaması gerekenlerin başımıza açmaya çalıştığı çorapların ayağımıza olup olmadığının da sorulmayacağı çağlara hızla merhaba derken… “Derken” zaman noktasının bulunduğu yer sizin olmamanız gereken yer aslında…

Olmanız istenseydi; soru sorma, sorgulama, analiz ve –doğru/yanlış- bir nihai noktaya ulaşmanız da istenirdi. Aslına bakarsanız bu bir temel “düşünme” estetiğidir ama estetik “kich”e dönüşmüş, “sen ne diyorsun beya…” şeklinde bir Trakya fıkrası…

Kıyısından köşesinden ısrarla tutunmaya çalıştığımız –nasıl bir gereği varsa- yaşamlarımızın gözlerimizin önünde hafiflemesinin yansımasını “hey baya zayıflamışsın” olarak algılanmasının yarattığı şok dalgası atlatıl(a)madan ardından gelen “ama kişilik olarak” zevzekliğinin yer aldığı günlük nefes alıp verme monotonluğunda nasıl derseniz…

Tarifsiz kederler içinde çırpınan şair misali –ama o şair- kendinizi benzetmeye çalıştığınız dertlerinizle aslında hiçbir benzerliğiniz olmasa da sizi kurtaran yüzünüzdeki “küçük Emrah” ifadesi oluyor. Fark; “bilmek”

Kendimi şaire ayıp etmiş sayıyorum… Hatta şiddetle kınıyorum!

Zamanımızın olmayan masallarında genetiğiyle oynanmış düşen elmalar arasında “mutlu yaşamlara” devam… Masalın sonu. Giriş ve gelişmesini ben yazmadım ama yaşamaya mecbur kılındım.

Gammazlığın sürrealizmi içinde gizliden gizliğe yaşanan… Hedef tahtasına konan aslında yine kabul görendir…

Yine de hayatı güncellemeye çalışın… Olursa da olur…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…