28 Aralık 2015 Pazartesi

Yılın son yazısı: Adalet, hukuk v.s…

Herkese lazım ya…

İngiltere’de hakimlere maaş ödenmezmiş. Onun yerine bağlı oldukları bakanlık çek defteri verirmiş. Onlar da ihtiyaçları kadar çek yazarlarmış… İngiltere devleti ile hakimler arasındaki “para” ilişkisi tamamen karşılıklı güven temeline dayalıymış.

Bir gün hakimin biri milyon poundluk bir çek yazıp bankada bozdurmaya kalkmış. Veznedar bu kadar büyük parayı ödeyemeyeceğini söylemiş. Hakim itiraz etmiş. Veznedar banka müdürüne, banka müdürü de bakanlığı aramış. Bakanlıktan gelen cevap kısa ve netmiş: “Hemen ödeyin.”

Hakim parayı alıp, çıkmış…

Ertesi gün aldığı paraya hiç dokunmadan tekrar bankaya götürmüş… Parayı iade etmek istediğini söylemiş. Veznedar yine banka müdürüne, müdür bakanlığa bilgi vermiş. Bakanlık; “hakimin neden parayı iade ettiğinin sorulması”nı istemiş.

Hakim parayı iade ederken gerekçesini açıklamış: “Bize bu çekleri veriyorlar. Gerçekten bu kadar paranın ödenip ödenmeyeceğini öğrenmek istedim” demiş.

Birkaç gün sonra hakime bakanlıktan bir yazı gelmiş… “İngiltere devleti sizin sınayacağınız bir güven mekanizması değildir. Kraliçenin devleti ile hakimler arasındaki ilişki karşılıklı güven temeline dayanır. İngiltere devleti hakimlerine güvenir. Aynı güveni hakimlerden de bekler. Görevinizden azledildiniz.” 

Ben bunu yeni öğrendim… Yargı felsefesini çok iyi anlattığını düşünüyorum. Aynı sistemin memleketimde de olmasını isterdim.

Adalet, hukuk herkese gerekli diye yazıp tutarız… Adaletin ve hukukun herkese eşit dağıtılması, güven vermesi önemliyse hakimleri bağımsızlaştırmalıyız. Hem de her açıdan. Zaten ekonomik olarak bunu başarırsanız, sistemden bağımsız hale getirirseniz başarmış olursunuz.

Geçtiğimiz Cuma akşamı (25 Aralık) Çanakkale de “paralel yapıya” operasyon yapıldı. 18 kişi gözaltına alındı. Eski rektör Sedat Laçiner’de bu 18 kişi arasında. Onun dönemi hakkında yazı yazacaktım ki, bu operasyon oldu. Uygulama bildik uygulama… Nedense bu tür operasyonlar hafta sonuna denk getirilir.

Gözaltına alınanların hiç biri kaçıp gidecek insan değil… Kızarız, öfkeleniriz ama hukuk herkese gerekli diye yazıp söylerken bu uygulamayı onaylamak –kim olursa olsun- mümkün değildir. Umarım çıkarıldıkları mahkemede serbest bırakılırlar… Mahkeme yapılır, deliller ortaya konur, suçları varsa çekerler…

Yoksa boşu boşuna içeride yatmış olmazlar… Aradığımız adaletse olması gereken de budur. 

2016 yılı barış yılı olsun isterim. Hukukun üstünlüğü olsun isterim. Fakirliğin yok olmasını isterim. Malatya üniversitesinde okuyanların da ODTÜ’nün bir üniversite olduğunu bilmesi için eğitim sisteminin tekrar ele alınmasını isterim. Kar yağsın kayalım isterim… Milli Piyango bu yıl da bana çıkmasını isterim…

Ben isteyeyim de…

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

21 Aralık 2015 Pazartesi

Bilmiyoruz...

Batıda güneş, hava sıcaklıkları mevsim normallerinin üzerinde. Sanki bahar... Doğu? Bilmiyoruz...

Nerede, kaç yerde sokağa çıkma yasağı var? Biliyor musunuz? Ben bilmiyorum. Pek muhtemel sizin de pek haberiniz yok. Hangi ilçelerde kaç gündür sokağa çıkma yasağı var? Bihaber yaşayıp gidiyoruz. Çok şükür batıda güneş var... Doğu?

Paris'te iklim bilmem nesi yapıldı. Dünya'nın ateşinin indirmeye çalışıyorlar... Çok ısınmış, falan filan... Isıtanlar da zenginler. Fakirler seyrediyor. Batıdan doğuyu seyretmemiz gibi diyeceğim ama biz seyretmiyoruz, duymuyoruz, bilmiyoruz, bilmek isteyip istemediğimizden de emin değilim... Ateş yükseliyor...

İş memleket havalarına gelince mangal külünü arar vaziyette. Ateşi yükselmiş "doğu" kimsenin umurunda değil. Tutturmuşuz bir hamaset türküsü döne kalka söylüyoruz: "memleketin bölünmez bütünlüğünü..."

Oysa ortak kaderde olmayınca, kaderler kayınca birbirini tutmuyor duygular, sevinçler, hüzünler, gülüşmeler ve dahi insana dair tüm birikimler... Kaidesinden kayan bronz bir büst gibi düşüyoruz dibi olmayan bir uçuruma...

2015'in duyarsızlığında bilmek istemiyoruz artık... "Bilmemek mutluluktur" cümlesinin gölgesinde güneşe sırtımızı veriyoruz... Bel ağrılarına iyi gelir de bir toplumun acılarına gelmez... Tuz buz olmuş ama dağılmamış bir otomobil camının ardından görmeye çalıştığımız gerçekler batıya çok uzak...

"Uzak..." Göreceli bir kavram... Mesafenin ne kadar uzak olduğunu zaman içerisinde göreceğiz... Biz uzak dedikçe yaklaşıyor. "Vakit var" gibi davranıyoruz. Zaman, kendisini çoktan yitirmiş, varlığını sorgularken hala batıdaki kış güneşinde erimeye devam ediyoruz...

Artık masallar, "çocukların rüya görmediği bir ülke" diye başlayacak. Büyüklere masallar ise ana haber bültenlerinde. İpe sapa gelmez nutuklar... Cümlelerin başıyla kıçı arasında bir bütünlüğü olmayan yalanlar... Memleketimde ne çok söylenmesi gereken yalan varmış... Dinle dinle bitmiyor. Sığ yalanlarla boğulmak üzereyiz.

Bu masallar büyüklerin -şimdilik- çok hoşuna gidiyor. Gerçeklere toslayınca bir daha konuşalım bu mevzuyu.

Unutmayın, güneş doğudan doğar, batıda onu kirletmeye hakkımız yok...

2015 barışla başladı... 8 Haziranda bir umut vardı. Umudu, bir Osmanlı geleneği gibi boğup attık. 2 Kasım'da kalem kırıldı...

2016 umut olsun... Keşke... Ya daha beter olursa? Umutlarımı topluyorum. Avunma cümlem hazır: "Kıştan sonra bahar..." Ama kış ne zaman biter acaba?

2017?
2018?
2019?
2020?

?

-geMici-

gemici@yande.com


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...

17 Aralık 2015 Perşembe

Ne olacak bu Aralık

Aslına bakarsanız Aralık ayından iki günü çıkarırsanız ortada bir şey kalmaz… Sonuçta pırasa ayı… Pırasa ayı dediğinde de zaten 17/25 olmaz! Yani Aralık 29 çeker, Şubat’a inat!

17/25 dediğin de “paralel” e endekslenmiş rakamcıklar… İknası olmayan, ret edilmiş, bir camii avlusuna kundak içerisinde bırakılmış (pek muhtemel müşterisi bol) istenmeyen günler…

“Gün gelecek, devran dönecek…” gibi beklentilerin arkasına gizlenmiş koca bir ülkenin içinde “biz” yol bulamazken, yolsuzluğun haftasını yaratmış bir diğer yarının varlığına armağan olsun!

Gramsci, faşizmin mutlak hakimiyeti için gerekli üç temel gerekliliği sıralar… Medyanın ele geçirilişi; zaten havuzdu mavuzdu derken hakimiyet tamamdır. Çıkan birkaç çatlak ses de Silivri cephesinde çürütülür. Ne duyan olur ne ses veren…

Diğer gereklilik; aydınların, sanatçıların, bilim insanlarının derin suskunluğudur. Ses çıkaranın da sesi rüzgarda dağılıp gider… Arkasından baka kalırız…

Aslına bakarsanız bu kavramları da tekrar tanımlamak gerekiyor. Sanatçı nedir, ne işe yarar? Bilim insanı olmak sadece akademik bir unvan mıdır? Daha başka şeyler de gerekli midir? Aydın sadece egede bir il olarak ele alınabilir mi? Sorular sorular sorular… Cevabı ve tanımı kaymış, erozyona uğratılmış, demirde bir pas… Demir eriyor…

Bir diğer gereklilik ise büyük sermayenin Faşizmi tam desteklemesi… “Büyük Sermaye” derken kent ticaret burjuvazisinden bahsetmiyor elbette… Onlara kalsa “güç” merkezi çekim alanı. Anında orada olurlar…

Gramsci, İtalyan faşizmin zindanlarında öldü… Hayır, öldürüldü! Bugün yaşasaydı ve uluslar arası sermayenin dünyayı getirdiği ve içinde bulunduğumuz durum hakkında düşüncesi değişir miydi? Böyle bir gereksiz soruyu yeni bir bin yılda soran zavallı tarih seyircileri için “cevap yok…”

Faşizmi azdıran her zaman “para” olmuştur… Neye şaşırıyoruz ya da artık şaşıramıyoruz… Paranın karası beyazı sadece parayı sürekli kontrol altında tutmaya çalışan kapitalizmin “sınıfsal ayrımı”dır. Yoksa dolar ya da avro ya da neyse kullandığınız “birim” kararmıyor…

Faşizm paranın sonucudur… Ona hükmetme ve çoğaltma hırsıdır. “Aç gözlü” tanımlaması eksiktir… Tarih hep bunlarla doludur ve zaten “tarih” diyorsak “tarih olmuşlardır…”

Tarih, izleyerek değişmiyor maalesef…

İzleyiz, seyredin… Aralık 29 çeker, 4X4 ile taşınır… Kalan 30’dur…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…


NOT: Gramsci: 9 Kasım 1926'da Faşist hükümet Mussolini'nin yaşamına kasdeden bir saldırıyı gerekçe göstererek olağanüstü hal yasalarını yürürlüğe koydu. Gramsci, milletvekili dokunulmazlığına rağmen tutuklandı ve ünlü Roma hapishanesi Regina Coeli'ye götürüldü. Davasında Gramsci'nin savcısı ünlü "Yirmi yıl bu beynin işlemesini durdurmalıyız" ifadesini kullandı. 1934'de sağlığı ağır şekilde kötüleşti ve Civitavecchia, Formia ve Roma hastanelerine gittikten sonra şartlı olarak özgür bırakıldı. Özgürlüğüne kavuştuktan kısa bir süre sonra 46 yaşında Roma'da öldü… 

11 Aralık 2015 Cuma

Gerçek ve gereksiz yalanlar...

Adam anlatıyor... Bacanağı hastaymış. Kanser her yerine sarmış. Lakin bu gerçek kendisinden saklanıyormuş. `Neden?` diye sordum... Bir şey demedi. Gerçeği söylememek gayet doğalmış havalarında... Aynı ifadeyle soruma boş boş bakıyor... 

 Sorumu tekrarladım: "Neden? Bu ikinci "neden" uyarıcı etkisi yapmış olacak ki, toparlandı; "Bazı şeyler söylenmez..." dedi. Gerekçesi olmayan gereksiz bir cümle... "Bırakın öleceğini adama tüm yalınlığıyla söyleyin..." Ortalık buz kesti... Oysa espri yapmamıştım.

Kim bilir kaç kişi bu düşü kurmuştur. Zaten insanlık tarihinin iki ortak düşü var... 

Bir; ıssız bir adaya düşmek ama yanına da üç temel şeyi almak. Buradaki ince planı da görmek lazım. Adam ıssız adaya düşecek, gerekli materyaller yanında... Kim yutar bu denk gelişi? Yerse...

İki; "bugün hayatının son günü olduğunu bilseydin ne yapardın?" düşü... Yaklaşık  milyar cevabı ve eylemi olan mükemmel bir son dakika sorusu... Her çağda cevabı değişen bir soru...

Bugün vereceğin cevap, pek muhtemel "yarın" hiç bir değer taşımayacak... İşte bu kadar değerli bir konumda arkadaşın bacanağı...

Adamın bacanağına büyük ikramiye çıkmış ama bir türlü söylemiyorlar... Söyleseler neler neler planlayacak...

Bir galeriye girip en pahalı ful + ful spor arabayı alıp, gözünü kırpmadan basacak altına imzayı. Hiç bir şeye itiraz etmeden hem de... Yarınsız kalmışsın. Sana ne... İbreyi dibine vurdurman gerekiyor. Vurdur gitsin...

Belki de hiç yapmadı eylemlerde bulunacak... Valilik binasının önüne çıkacak, önüne geleni protesto edecek. Hakkında hakaret davası mı açacaklar. Açsınlar... Tebligatı da ona göre hazırlasınlar...

Belki de çok eski zamanlarda kalan taze bir aşkına söyleyeceği dolu dolu bir cümlesi var... Ne biliyorsun? Hep söyleyecek de zamanı değil diye düşümüş... Oysa artık sorun "zamansızlık" olmak üzere. Bundan sonrası yok...

Adamın bacanağını bunlardan mahrum etmek "bacanağa" yazık değil mi? Yazık...

Gerçekler ve yalanlar böyle bir duygu kıskançlığı içinde gizleniyor. Ve ortaya "bacanak koruma iç güdüsü" olarak çıkıyor. Tamamen bencil ve yalnız bırakılmış, içi boş bir taziye...

Bırakın adam son dakika golünü, gönül rahatlıyla atsın!  Tribünler şenlensin... Taraftar coşkusu "bacanağın" yüzünde okunsun.....

-geMici-

gemici@yandex.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...

NOT: Geçen sene cezalı olarak yaptırdığım trafik sigortasına 345 TL ödedim. Bu yıl aynı araca 753 TL dedim. İnsaf yau... Dağıttığınız bedava kömürlerin parasını cebinizden ödeyin.  "Beni" soymayı bırakın! Sonra kalkmış beyefendi benim paramla bana siyaset yapıyor... Herif zaten hırsız gözlü... Çanakkale bağrına basmış diye manşet attılar. O Çanakkale ona bir basar, ne olduğunu anlayamaz... 

8 Aralık 2015 Salı

Can Dündar

Can Dündar’ın yazısından sonra Faşizm, zindanları kutsarken yazı yazmak istemedim. Ama herkesin Can Dündar’ın yazısını okumasını isterim… 

 Güzdüz
Değerli Yalnızlık
Sabah 08.00...
Hücremin gri hoparlörü her sabahki buyurgan sesiyle haykırıyor:
“Tutuklu ve hükümlülerin dikkatine... Sabah sayımı yapılacaktır, sayım düzeni alınız.”
Bu, Silivri’nin geleneksel kalk borusu...
Az sonra bir infaz koruma mangası gelip kaçıp kaçmadığımı kontrol ediyor. Gayet kibarlar... Avluya açılan kapıyı açıp “Allah kurtarsın” diyerek gidiyorlar.
Şimdi oda büyüklüğündeki havalandırmada, 9 adıma 5 adımlık gökyüzünün altında volta atabilirsin.
Tabii yine tek başına...
Yıllar önce “Yalnızlığa Alışmalı” diye bir yazı yazmıştım. Ondan beridir alıştırdım kendimi, yalnızlığı severim. Ama buradaki, tecrit; hem de ağır bir tecrit...
24 saat hücremizde tek başımızayız.
Erdem, hemen yanımdaki hücrede yatıyor. Kapısı kol mesafesinde.. Ama görüşmemiz yasak. Tecrit o kadar sıkı ki avukat görüşüne giderken bile, karşılaşmayalım diye önce birimizi içeri alıp sonra diğerimizi götürüyorlar.
Dar koridora açılan demir kapının üstünde cep telefonu büyüklüğünde bir gözetleme deliği var. Ayak parmaklarının üzerinde yükselip birkaç saniye el sallamak mümkün oluyor ancak...
Gardiyanlarımız ve avukatlarımız dışında kimseyi görmememiz isteniyor anlaşılan. Peşinen cezalandırma...
Okuduğum tutsak hatıralarını geçiriyorum aklımdan: Hiçbirinde böyle ağır bir tecritten bahsedildiğini hatırlamıyorum.
Belki Guantanamo’da vardır.
Vakit bol ya; falımı okudum sabah:
“Sosyal ortamlara gireceksiniz” diyor. “Değişik organizasyonlar devrede” olacakmış. “Farklı arkadaş grupları hayata bakış açımı genişletecek”miş.
Bunu okurken demir kapının göğüs hizasındaki bölmesi açılıyor. Sevimli bir görevli “ekmek” diye sesleniyor. Bir ekmek geçecek büyüklükteki bölmeye eğilerek giriyorum “sosyal ortamlara”...
Hayata bambaşka bir açıdan bakıyorum.
15 yıl önce F-Tipi cezaevleri inşa edilirken ölüm orucuna yatan devrimci tutsakları anımsıyorum. Bir grup aydınla birlikte Bayrampaşa’ya arabuluculuğa gitmiştik. Son nefesini vermeye hazırlananları yaşamaya ikna etme derdindeydik. Kalabalık koğuşlarda kalıyorlardı. Devlet onları 1-3 kişilik hücrelerde tutmak istiyordu. Direniyorlardı. “Tecrit, yaşarken ölmektir” diyorlardı.
O direniş, katliamla bastırıldı. Ve tecrit zindanları açıldı.
İnsana dokunmanın, toprağa basmanın, yorgana sarılmanın yasak olduğu tutsakların çıplak pencerelerden sürekli gözetim altında tutulduğu bu toplama kampının beton duvarlarında o direnişin sloganı kazılı adeta:
“Tecrit ölümdür!”
Fakat neyse ki üç kadim dost refakat ediyor bana yalnızlığımda:
Tanışma sırasıyla, kalem, kitap ve televizyon...
Yazıyor, okuyor, izliyorsun.
Sabah gazeteler geliyor; dost kalemlerin satırları su serpiyor yüzüne, yüreğine...
Ekranda, sevdiklerin seni savunuyor; coşuyor, avunuyorsun.
Yürekli milletvekilleri, cesur avukatlar gelip koluna giriyor. Diriliyorsun.
Dışarıda umut nöbetinde yoldaşların var;
Sıcaklıkları vuruyor zindana, ısınıyorsun.
Kapalı görüş günü eşin, oğlun, kalın camın ardından gururlu gözlerle bakıyor, umudun dilinde konuşuyor; tuzla buz oluyor cam, hasretin hararetinden; canlanıyorsun.
Ve ekmeğin geldiği bölme yeniden açıldığında “Can Dündar”... Mektubun var” müjdesini işitiyorsun.
Yok, telefon faturası filan değil... Mektupsuz geçmiş yılların acısını çıkarırcasına, onlarca mektup yığılıyor odaya... Onlarca sarıyor, kucaklıyor, öpüyor seni...
Her gelen dost, yazılan her satır, her konuşan dil, aynı sırrı fısıldıyor:
“Yalnız değilsin.”
Soğuk tecrit, sevginin harında eriyor.
“İşte” diyorsun; “İşte.. Asıl bu, değerli yalnızlık...”
Can Dündar
-geMici-
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

3 Aralık 2015 Perşembe

“Göç yolları…”

Başlığa bakınca Yeni Türkü’nün klasikleşmiş türküsüne benzedi. “Söyleyin dağlara / rüzgara / Yurdundan sürgün çocuklara / Düşmesin kimse yılgınlığa / Geçit vardır yarınlara…”

Yüzlerce yıl öncesinden başlayan “göç” hala tamamlanmamış olacak ki, yola devam ediyoruz. Bugün yeni bir göç dalgasının başındayız…

AB, 3 milyar avro ile durumu kurtarmaya çalışıyor. Yeter ki, “göçler” Anadolu’da kalsın. Tamam, Anadolu’da kalsın. Peki, bu kadar kolay mı? Ya da “biz” istedik diye 2,5 milyon göçmen Anadolu’da kalır mı? Kaldığını kabul edelim… 76 milyonun içinde eriyip gittiler…
İş orada bitiyor mu? Biter mi?

“Dünya küçük bir küre.” Bu benim tespitim değil, kapitalizmin bize yutturması. Uluslar arası büyük sermaye sınır tanımayacak ama sıra göçmenlere gelince “sınır” koyacak!

Yangını kimin çıkardığının artık bir önemi kalmadı. Yangın başladı… Ateş, sınır tanımıyor… Orta-Doğu’da çıkan yangın Anadolu’ya sıçradı. Yunanistan sınırında ya da Bulgar sınırında durdurulabilir mi? Sanmıyorum…

“Göç yolları / Göründü bize / Görünür elbet / Göç yolları / Bir gün gelir / Döner tersine / Dönülür elbet / En büyük silah umut etmek / Yadigar kalsın size…”

Bugün; 2,5 milyon Suriyeli için tampon bölge yaratmaya çalışan Avrupa, yarın daha büyük göçler için nereyi tampon bölge seçecek, merak ediyorum…

“Vizesiz Avrupa” vaatleri büyük göçleri durdurmaya yetip yetmeyeceğini tarih bize gösterecek. Geleceği göremeyen kocaman bir genç nüfusu baskıyla, hukuksuzlukla, anti demokratik yöntemlerle sınırlar içinde tutmak bana mümkün görünmüyor…  

“Yolverin kanatlı atlara / Sürgünden dönen çocuklara / Ateşler yakın doruklarda /  Geçit vardır yarınlara…”

Yarına dair umut / umutsuzluk ikilemi kırıldığında geriye umarım “umut” kalır. Diğer olasılığı düşünmek bile istemiyorum. İnsan tarihi bir kez daha kırılır. Ve bir daha onarılabilir mi, bilmiyorum…

Umutlarımızı göç yollarında da olsa tekrar toplarız da bu güzel ülkeyi bu hale getirenler…

“Dağılsak da göç yollarında / Yarın bizim bütün dünya...”

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

Hayat faça vermeye başladı…

Geri dönmez. Sol ayağım çekmeye başladı. Zaten ne çekerse “solum” çekiyor…

Yıllar önce “My left Foot” (Sol ayağım) diye bir film seyretmiştim. Doğuştan felçli, sadece sol ayağı çalışan bir insanın hayatını anlatıyordu. Mahalle maçında penaltı olduğunda, penaltıları ona attırıyorlardı. Onun “sol” ayağı sağlamdı.

Sol baldırımdan belime bir hat çekmişsin de, malzemeden çalıp sanki biraz kısa kesmişler… Çekiyor… Çekmesi bir şey değil aslında. Hayat çekerken insanın “sol” ayağının çekmesi hiçbir şey…

Biraz ağrı, biraz acı insana yaşadığını fena halde hissettiriyor… “Ben buradayım, yaşıyorsun” hatırlatmaları... Hatırlanacak onca şey varken…

Oturmak, kalkmak, yatmak hiç çekici gelmiyor… Sürekli ayakta olmak gerekiyor. Memleketimin bir avuç temiz yüzlü solcu insanları gibi… Sürekli ayaktayım! Zaten hiç oturmadık ki… Bu çekmenin böyle de bir eylemsel yanı var. Kendimi “zorunlu eylemci” gibi hissetmeye başladım…

Beni bu dertten kurtarmaya gönüllü eczacı arkadaşlar mevcut. Kolaylarına gelip basıyorlar kalçadan iğneyi. Zımba gibi oluyorum… Kasım güneşi de adamı arkadan itekliyor… Kangırlı altına, uykudaki iğdelerin yanına… Kasım çıplaklığına…

Biliyorum; bu daha başlangıç, yaşa endeksli… Memleket havası gibi zorlu bir inişin daha başındayız. Çöktüğü noktaya kadar devam…

Yakınlarımın teşhisi tamamen bilimsel yaklaşımın ürünü… Yer çekimine bağlı bir çekme… Kütle ile doğru orantılı bir mevzu. Kardeşim, oğlum “biraz kilo ver, fit ol” ısrarlarına karşı geliştirdiğim “ama sağ ayağımda bir şey yok” karşı tezi ile direnmeye çalışıyorum. Onlara kalsa Haziran’da sanki bikini giyeceğim…

Kışın olmasa bile yaz ve bahar aylarında bir Çanakkaleliyi tanımak gayet basittir. Sırtını denize döner öyle oturur… Belki de “şeker pembesi” rengine vurgun olmaları, maviye olan doygunluklarındandır…

İnsanı oluşturan parçaların süreç içinde “kendine” isyan etmelerinin tabi ki zamansal bir gerekçesi olabilir. Lakin ben bunun altmışlardan sonra başlamasını planlamıştım. Ona göre “yaş” planlaması yapmıştım…

40’da gözler gidecek… 50’de dişler terk etmeye başlayacak, ilk dolgu kutlamaları yapılacak v.s… v.s… v.s…

60’tan sonra kopsa ne olacak? Tanık olduğumuz eziyet, insansızlık, vurdumduymazlık, aç gözlülük, ilkellik, yalan yeterli oluyor…

İyi şeylerde olmuyor değil…

Yaşadıklarımız…   

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…