28 Nisan 2016 Perşembe

1 Mayıs’ın popüler kenti:

Çanakkale… Geçen sene sendika görünümlü, iktidar partisinin yan ürünü bilmem ne iş sendikası Tahta At’ın gölgesinde 1 Mayıs’ı Çanakkale’de kutlamıştı. Geldiler, gezdiler, eğlendiler ve gittiler… Zaten başka bir şey de beklenmiyordu. Bu sene de Türk-iş geliyor… Sonuç?

Sonuç şu… Bir tek fabrikası olmayan kentimiz işçi sendikaları tarafından mücadele alanı seçilmesi hepimizi mutlu ediyor. Mücadele alanında pek kazanım sağlamasa da turizmimizin dibe vurduğu bu bahar gününde esnafın yüzü az da olsa gülümseyecek…

Bu sene misafir sendikalar gidince ya da kutlamalarını bitirince sıra Çanakkale emek örgütlerine gelecek. Her sene olduğu gibi eski Salı pazarında, saat 15.00’da  toplanılacak ve Cumhuriyet Meydanı’na kadar yürünecek. Atılacak sloganlar da aşağı yukarı aynı…

Bazı şeyler öyle aynı ki, 1 Mayıs toplantılarında kortej sıralaması için çıkarılan liste bile TKP zamanından kalma… TKP kalmadı ama hala listedeki yerini koruyor. Yani her şey o kadar aynı… Zaten bu aynılıkların çokluğundan olacak 1 Mayıs toplantılarına DİSK başkanı katılmayı bile gerek görmüyor… Yani her şey o kadar aynı…

Bu sene atılacak sloganların da aynı olması beklense de “Laiklik” ağırlıklı olacaktır. Ne de olsa 26 Nisan’da Birleşik Haziran Hareketi tarafından yapılan “ŞERİAT-HİLAFET ANAYASASI YAPTIRMAYACAĞIZ LAİKLİĞİ KAZANACAĞIZ Haziran Türkiye’si LAİK OLACAK” çağrısı kentte büyük yankı buldu. 27 Nisan, saat 17.30’da sen, ben, bizim oğlan bir araya geldik…

Lakin o gün bir başka tuhaflık daha oldu… Birleşik Haziran Hareketi 10 Ocak 2015’de laik eğitim için tüm Türkiye’de sokağa çıkacağını duyurmuş, partilere, emek örgütlerine çağrıda bulunmuştu… CHP’nin ilkelerinde “Laiklik” olmasına rağmen CHP İl başkanı (zamanın) Hamza Karagöz’le bire bir görüşülmesine rağmen çağrı havada kalmıştı. Merkez ilçe başkanı Nejat Önder’e gidildi. O da çok duyarlı davrandı “mesaj çekeriz” diyebildi. Geliriz diyemedi… CHP tabanı bu durumu da göz önünde bulundurmuş olacak ki, kendisini İl Başkanı yaptılar…

Gelelim tuhaflığa… BHH eylem hazırlığındayken bir telefon geldi… “CHP 19.30’da Laik Anayasa için eylem yapacakmış. Eylemleri birleştirelim…” BHH 26 Nisan saat 17.01’de eylem çağrısını tüm gazetelere çekmiş, aradan bilmem kaç saat sonra CHP’nin aklı başına gelmiş ve herkesin kendisine tabi olmasını bekliyor. Neye güvenerek? Kentteki gücüne… Yerel yönetimin sahibi olmasına… İki milletvekili çıkarmasına… Hepsi bu! Saatte 19.30… Neden? Laiklik 1930 yılında anayasada yer almış…

Şimdi anladınız mı “zekanın” sesini…

Bence CHP tüm gücüyle 1 Mayıs’a asılmalı…

Çünkü…

“Show must go on…”

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR… 

25 Nisan 2016 Pazartesi

İyi bilin bunları…

Protesto anayasal haktır… Demokrasilerde her şey protesto edilebilir. Anayasa karşısında herkes eşittir. Ve benzeri birçok cümleyi ardı ardına sıralayabilirsiniz. Lakin pratikte işler biraz farklı işler. TOMA ne işe yarar sanıyorsunuz…

1 Mayıs haftasına girdik… İşçi ve emekçilerin dayanışma günü! Burjuvaziye karşı, sömürüye karşı emekçilerin yan yana durduğu ve burjuvaziye “Sömür sömür nereye kadar? Haklarımızı söke söke, bir araya gelerek alırız” dedikleri gün…

Burjuvazinin de “Vay be çok kalabalıklar. Bunlara biraz hak mak verelim. Çok fena tırstım” dediği gündür. Tabi bunları diyecek burjuvazinin olması gerekir. Üretim araçlarını elinde bulunduran bir sınıfın var olması gerekir.

Hani krediyi doğrultmuş (Burjuvazi cebinden para harcamaz. Cebinden para harcayarak yatırım yapan burjuvazi pek muteber değildir.) üretim araçları satın almış ya da kiralayarak bir şeyler üreten tanıdığınız birileri var mı çevrenizde?    

İş yapan çok, üretim şimdilik yok… Bizim burjuvazimiz ticaret burjuvazisi… Ahmet’ten alır Mehmet’e satar. Aradaki farkı da “indira-gandi” yapar… (Gandi’ye ayıp ettik şimdi.) Ya da devlet ihalesiyle idare eder. Hiçbir şey bilmiyorsa “yap-işlet-devret”ten 35 dolar artı kadeve ile on yıl köprüyü işletir.  

İşleten onlar da işletilen kim? Muz gibi soyulurken sermaye sahiplerinin kendilerine “kentsoylu” muamelesi yapması “işçi sınıfına” ayıp oluyor. Ortaya çıkıp da “AYIP OLUYOR” diye “PROTESTO” edersen yani “ANAYASAL” haklarını kullanırsan ve “TOMA” dediğimiz araç tarafından ıslanıp GAZLANIR’san memleketimde demokrasinin işleyiş biçimini de tanıklık etmiş olursun.

En azından bunu bile hayatta bir kere tecrübe etmek için bile 1 MAYIS MEYDANLARINA çıkılır… Hayata gülümsemek için bile olsa denenmesi gereken bir olay olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. İleride torunlarınıza anlatabileceğiniz bir anınız olur.

Siz anı biriktirmek için gelin yine gelin… Bunlar son turlar…

Burjuvazi sıkıntısı çekilince de “Burjuva Kültürü” olmuyor. Acayip bir şey bu… Zaten bu kavramlar bize ters. “Sömürüyorlar ama ‘………..’ da yapıyorlar tarzı iç güdüsel cümlelerin savunma aracı yapıldığı memleket kahvelerinde sınıf çelişkisinden bahsetmek, okuma yazma bilmeyen birine kuantum fiziği anlatmak gibi bir şey...

Emeği ile geçinen birinin “sınıf mücadelesi” içinde yer alması gerekir. Olağanı da budur. Niçin burada yer alması gerektiğini bilir. Sınıf bilimci konusunda donanımlıdır. Zaten diğerine “işçi” değil “lümpen” diyoruz… Da sınıf bilinci pazarda litreyle satılan bir şey değil ki… 

Sendikaların çabalarıyla, işçilerin kendilerine “soru” sormasıyla falan ilintilidir. Bu başarılabilecek bir şey midir?

Evet / hayır…

Şahsen bu konuda tereddütlerim var… 12 Eylül hepsini ters yüz etti… Memleketin neresine baksan darbecileri görüyorsun.

Anı biriktirelim… 1Mayıs alanlarına…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…


21 Nisan 2016 Perşembe

Uzaya bir iki…

Bilgisayarın başına geçtim, güya yazı yazacağım. Kapıdan biri girdi; “Bir dakka vaktinizi alabilir miyim?” “Alamazsın” desen ne olacak. Bir kere adam lafa girmiş, bırakmamaya da kararlı.

Çantasından bir şey çıkardı. “Bu elimde görmüş olduğunuz cihaz karbon alaşımlı olup…” Başladı elindekini övmeye. Öyle bir anlatıyor ki, zannedersin bilimin geldiği en son nokta adamın elinde duruyor… “Bu ne?” sorusu bakışlarıma öyle bir oturmuş ki, adam nano teknolojiyi bitirmiş, fizik ve kimya alanına dalmak üzere… Sonunda anlıyoruz ki adamın bize pazarlamaya çalıştığı tuzluk.

Bilimde çığır açtığımızı zaten biliyorduk da sadece ayda bulunan su ile alınacak abdesttin geçerli olup olmadığına karar verememiştik. UZAY AJANSI’nın kuruluşunu müjdeleyen sayın başbakanımız kabinesindeki NASA’ya sallayan bakanının gazına fena gelmiş gibi dursa da mevzu gayet ciddiydi…

Önümüzdeki birkaç yıl içinde uzayda yerimizi –öyle ya da böyle- alacağız… İlk astronotlarımız yanlarında mutlaka Mekke’yi gösteren bir seccade almalılar. Roketin adı RTE-1 olmazsa zaten bu proje kendiliğinden son bulmuş olur. Roketin üstüne de kocaman bir “maşallah” yazısı mutlaka olmalıdır. Olmazsa roket işi yine yatar… Uçmaz zaten…

Namaz kılmayanlara “idam cezası verilsin” tezini ortaya atan ilim(!) adamı da uzay ajansının başına getirilmesi pek faydalı olacaktır. Arkadaşın yetenekleri, eğitimi, görgüsü ve bilgisi tam puan, on numara… Yakışır…

Çocuklara dört işlemi öğretmekten aciz ama vakıf evlerinde taciz edilirken görmedim duymadım bilmiyorum ayaklarına yatan milli eğitim bakanı (Bir de bakanlığın başında “milli” kelimesi var.) yetiştirilecek çocuk kalmayınca herhalde bakanlıktan istifa eder. Etmeli ki kendisine bir başka bakanlık verilebilsin… Umarım yeni verilecek bakanlığın başında yine “milli” kelimesi bulunur.

Cahilliğiyle övünen rektör yardımcısı yetiştiren bir ülke durumundayken uzaya ajansı fikri çok cesaretli bir adım olduğu kesin. Bu cesaretin kaynağını öğrenmek isterim. İlk fırsatta bir tane kendim için ısmarlamayı düşünüyorum.

Yarın 23 Nisan… Çocuklarımızın elinden tutup parklara meydanlara çıkacağız… Geleceğimizi tacizcilerin ellerine bırakmayacağız! Sokakları cahilliğin, gericiliğin karanlığına değil, gerçek bilimin aydınlığına bırakacağız.

İnançlarla yürüttükleri ve artık bugün sadece ismi kalan TÜBİTAK örneği dururken yeni bir UZAY ajansı felaketini sadece bunlar becerebilirdi. Yaparlar sonra da yaptık derler… Hesap sormaya kalkarsan da alacağın cevap hep aynı: “Yaptık ama sor bakalım niye yaptık?” olur.
Dolandırıcılın, hırsızlığın, ortaçağ karanlığının örneklerini gördükçe 23 Nisan aydınlığını insan daha iyi anlıyor.

Hep birlikte Çanakkale Belediyesinin düzenlediği “Tahta At Şenliğin”de buluşalım. Torunlarınızla, çocuklarınızla, kardeşlerinizle, yeğenlerinizle, kısaca hep birlikte…

Pazar günü saat 15.00’da da Özgürlük Parkında Berkin Elvan Uçurtma Şenliği var. Gelin hep birlikte karanlığa karşı çocuklarımızla maviliklerde uçurma uçuralım… Karanlıkları birlikte ezeceğiz…

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…   

18 Nisan 2016 Pazartesi

Yaşam biçimimize sahip çıkmak zorundayız…

Burası Çanakkale... Çanakkale hakkında bir çok tanım yapılabilir. Barışın kenti diyebilirsiniz. Göç yollarının çakıştığı kent diyebilirsiniz. Kültürlerin buluştuğu kent diyebilirsiniz. Rüzgarın başkenti diyebilirsiniz. Herkesin bu kent hakkında kendince bir tanımı olabilir… 

Bu kenti kent yapan özgürlüklerdir. Bu kentin sokaklarında esen sadece rüzgar değil, hoşgörüdür. Şiddetin asla kök sal(a)madığı kenttir. Çanakkale’yi Çanakkale yapan kendine özgü yaşam tarzıdır. İnsanların birbirine karşı duyduğu saygıdır.    

Bu kent 24 saat yaşar… Ve hala birbirine selam verip, ayak üstü de olsa “nasılsın? Neler yapıyorsun” sıcaklığında yaşanabilir bir kenttir…

Kapalı toplum değildir. Şeffaflık yaşam biçimidir.

Mesela “folklor oynayanlar” hakkında abuk sabuk yorum yapan çıkmaz. Karaman’da yaşanan olaylar bu kentte yaşanmaz.

Bugün hala “kordonda kızlarımız rahatça gece gündüz rahatça dolaşabilirler” örneğini verebiliyorsak ve bunu bu kentin bir özelliği olarak anlatabiliyorsak bu hepimizin başarısıdır. Ve bunu elbirliği ile korumak zorundayız. Farkımızı ortaya ancak bu özelliklerimizi sürdürebilir kılarak koyabiliriz.

Her konuda sivil toplum kuruluşlarına kulak vermek zorundayız. Meslek örgütlerinin, emek örgütlerinin içinde yer alarak bunu başarabiliriz. Örgütlü toplum olma özelliğimizi sürdürmeliyiz. Bir başımıza bir şey yapamayız ama bir arada her şeyi başarabiliriz.

Evet, suskunuz… Bir noktaya kadar sesimiz çıkmayabilir. Yeri ve zamanı gelince sokaklara çıkmasını da biliriz. Burası Çanakkale…

Abuk sabuk siyasetçilerin varlığına katlanabiliriz. Ama yaşantımıza müdahale etmeye kalktıklarında “dur” demesini de biliriz. Çünkü hala bu kenttin güzel insanları, içine çektikleri nefeste “Çanakkale Rüzgarı”nı kılcal damarlarına kadar hissederler.   

Biz burada kalıcıyız… Teknokrat, bürokrat gelir gider. Burada kaldıkları sürece bize hizmet ederler, karşılığında teşekkür ederiz zaten devlet de onların hakkını öder. Hepsi bu!

Yeri gelmişken: “Merkez Ortaokulunu” geri istiyoruz.  Ayrıntıları için eski yazılarıma bakabilirsiniz.

Sevgili Çanakkaleliler… Bu kenti tüm hücrelerinizde hissetmek isterseniz kent dışına çıkın, çok değil birkaç gün gittiğiniz yerde yaşamaya çalışın. Çanakkale’nin farkını o zaman hissedeceksiniz.

Bu yazıyı da “memleket çocuğu yazmış” edasıyla değil de Çanakkale’yi içerek okuyun…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR… 


Nisan, neşe doluyor…

“İNSAN…”

23 Nisan Şenlikleri iptal… Bu yeni bir şey değil ki. Son 16 yılda bilmem kaçıncısı. Muhalefet bu yıl uyandı. Zaten “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nın altında yatan gerçeğin “Himaye-i Etfal” cemiyetinden (Çocuk Esirgeme Kurumu) kaynaklandığı gazetelerde yazıldı.

Mesele, meseleyi muhalefetin yeni idrak etmiş olması… Oysa iktidarın gerekçesi hep aynıydı. Buna da şükür… Muhalefet uyandığına göre çok da geç değilmiş. Yoksa çok mu geç? Neyse bunu zaten Kasım ayında yapılacak referandumda göreceğiz… (Bir tahmin de ben yapayım dedim.)

23 Nisan 1920 Türkiye Devriminin önemli bir tarihidir. (Umarım bu konuda hem fikirizdir.) Ki, o tarih TBMM kuruluşudur. Tek adamlıktan kurtulup, ulusça kararlar alabilmemizin yolunu açan tarihtir.

Tabi ki, ulusu temsil eden yüce “Meclisin” üyelerinin aynı görüşte olması beklenemez. Farklı görüşlerde de olsa ulusal konularda bir karara varıp, aldığı kararları uyguluyor olması önemlidir. Ve bunu savaş ortamında yapıyor olması meclis iradesinin gücünü gösterir. Çünkü meclis gücünü halktan alır. Kurtuluş Şavaşı’nın galibi meclistir ve bu yüzden “Gazi” sıfatını almıştır.

Buraya kadar bir sorun yok…

Bütün sorun “devrimlerden” gerici, faşist güçlerin tırtıklamasıyla başlar… Önce katı bir bürokrasi oluşturulur. Devrimlerin ilerici, aydınlanmacı yüzü karartılır. Devrimlerle halk arasına sokuşturulur ki, devrimin gerçekleri halktan uzaklaşsın…

İkinci aşama eğitimde gericileşmedir… Mesela “Köy Enstitüleri”ni kapatırsın. (Öğretmen Okullarını, Öğretmen Liselerini de külliyen silersin. Son hamle de bu iktidara nasip olmuştur. Köyden okulları da kovarsın...) Devrimi, eğitimle desteklemekten ayır ki, aydınlanma olmasın. Hurafelere, masallara eğitim terk edilir. Yani her şey adım adım bir sürece yayılır…

Sonra on yılda bir darbe yapılarak halk sopalanır… Israrla “Devrim” yerine “İnkılap” kullanılır. 

Bu ayrıntı 12 Eylül 1980’ni yaşayan ve o tarihte öğrenci olan herkes iyi bilir. Hatta üniversitelerde bile “İnkılap tarihi” zorunlu ders olarak konur. “Eh fena mı yaptık.” da derler sonraları. Üniversiteden bahsediyoruz, bilim yapılan yerlerden… Çok mu şey istiyoruz? Sanırım…

Omuzlarımızın üzerine istedikleri kafayı yerleştiremediklerinde kopardıkları yıllar…

Sonra karşı devrimin sürecini hızlandırmak için bir takım yasalar çıkarılır. Partiler yasası… Karşı devrimin en önemli adımı atılmış olur. Her şey parti liderine endekslenir. Yüce Meclis’i görünürde yine halk seçer ama adaylar “tek ağızdan” atanır. Ne güzel bir dünya…

Bu ayrıntı tam 34 yıldır itinayla kuru gürültüye getirilip hiçbir parti tarafından cidden ele alınmaz… Neden acaba?

Şimdi; 23 Nisan 1920 ile 23 Nisan 2016 arasında devrim-karşı devrim farklarını düşünelim…
Yağma yok, hep birlikte!

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…   

    

8 Nisan 2016 Cuma

İnceldiği yerden kopar…

Zaten ip uzadıkça uzadı. İnce nokta çoktan koptu da cümle cemaat ip kopmamış gibi yapıyoruz. Kendimize itiraf edemiyoruz ipim koptuğunu… “Çıt” sesini duydunuz. Hatta duyalı epey oldu… İpi düğümleyip tekrar eklemek de mümkün gözükmüyor… 

 “Önüne yatarım” lafını önce Muammer Güler’den duyduk. Önüne yattığı adam şimdi Amerika’da saydırıyor. Çok yakında neler olduğunu ayrıntılarıyla gazetelerden okuyacağız, televizyonlardan seyredeceğiz… Memleketi terk edenleri, kaçanları hep birlikte göreceğiz… Bir gece ansızın hesaplarını toplayıp apar topar kaçanların listesi yayınlandıkça -aslında hepimizin bildiği- hırsızlara hiç şaşırmayacağız. Hepsi bildik hırsız!
17/25’de duyduklarımız aslında buzdağının görünen yüzü olduğunu fark ettiğimizde koyulan a’nın da ne anlama geldiğini fark etmiş olacağız.
“Bir kereden bir şey olmaz” diyen bir bakanın aklandığı ülkede ip kopmuştur. Tecavüz vakaları da kapalı toplumların neden kapatıldığının resmi ifadesidir. Çocuklarını bile koruyamayan bir toplum olduysak, aklamaları uzun kuyruklarla kutlayan asil meclisin üyeleri, neden orada olduklarını anlamalarını artık bekleyemeyiz…
Kılıçdaroğlu’nun sözcüklerini, cümlelerini belden aşağıya çekmeye çalışarak Muammer Güler’den yadigar kalan koruma iç güdülerine biraz ayıp olmuyor mu? CHP’yi hedef tahtasına koyarak mağduriyet yaratmaya çalışmak ne yazık ki tutmadı…
Bu memlekette hırsıza hırsız denir… Katile katil, tecavüzcüye de tecavüzcü…
Dünyanın neresine giderseniz gidin tecavüz davaları diğer suçlardan farklı muamele görür. Hırsızlığın bir cezası vardır. O cezayı çekersiniz ve dışarı çıkarsınız. Toplum sizin uslandığınızı düşünür… Ya da öyle olduğunu kabul eder. Lakin tecavüz suçluları cezalarını çekseler de kimse onların uslandığınızı düşünmez. Çünkü tecavüz bir ruh hastalığıdır. Toplum kendisini koruyabilmek için tecavüzcüyü sürekli kontrol altında tutar… Ölünceye kadar bundan kurtulamaz… Tabi bu demokratik toplumlarda böyledir. Hukukun işlediği, devletin bu olaylarda titizlendiği ortamlarda…
Tecavüzcünün bu ilk vakası değil… Zaten tecavüz vakaları demokrasinin, hukukun işlediği yerlerde pek görülmez. Kapalı toplumların özelliğidir. Milli Eğitim bu çocukları korumakla görevlidir. Koruyamamıştır… Onun yerine “Andımızı” okullardan kaldırmıştır.
Andımızdaki “küçükleri korumak…” cümlesinin ne anlama geldiğini anladınız mı?
Şimdi olayı başka yerleri kaydırarak mağduriyet yaratma çabalarını anladınız mı? Anlamasanız da anlasanız da sonuçta ip koptu! Birkaç ay içinde büyük çözülmenin tanıklığına hazır olun. Bu arada kendinize, aklınıza mukayyet olun… O küçük, primitif zekalarıyla aklımızla alay etmeye çalışıyorlar…
-geMici-

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…