27 Nisan 2012 Cuma

Yaşasın sermayenin bayramı 1 Mayıs!

Hayat.... Bülent abim tam gaz devam ediyor... Onunla gurur duyuyorum. Duymakla da -kendimi- zorunda hissediyorum. PR müthiş... "Halkla İlişkiler" manasında yani. Bu halkla ilişkiler mevzusuna sonra değineceğim... Çünkü "halk" ile ilişki biçimi bir çok pozisyonda olabilir. Burada sonuç önemlidir. Halk içine girdiği ilişkiden ne kadar memnun, ne kadar zevk alıyor, ne kadar içten olduğu gibi yan tesirleri vardır...  


Niyazi abim (Size de abi diyebilirim, benden büyüksünüz. Ayrıca Bülent'e "Bülent abi" dediğime göre bir sakınca görmüyorum.) bir açıklama yaptı. (Abdurahman çerez!) Bence Çanakkale'nin geleceği konusunda yapılmış en doğru geç kalmış açıklamasıydı. 


Niyazi abim sert yapmış azıcık! Ne demiş? 



"Çanakkale Ticaret ve Sanayi odasına asıl yapılmak istenenin Çanakkale Ticaret Sanayi Odasını ve Meclisi ile birlikte tamamen el altında tutmak ve istedikleri gibi yönetmek, tek bizim sözümüz olsun, kimsenin söz hakkı olmasın, her şeye biz yetkili olalım isteğinin yattığını bildiren Meclis Başkanı Niyazi Önen; “ İstediğimizi istediğimiz gibi yapalım. Ben sana İÇDAŞ’ ta iş vereyim sen de bana Ticaret Sanayi Odasında şu işleri yap,  gibi ilişkiler yanlış ilişkiler. Bu Ticaret Sanayi Odasının yapısına uymaz. Ben bunları görüyorum. Bunların dışında başka hiçbir sorun yok. Özelikle Yönetim Kurulu Üyelerimizden özür bekliyorum”


...demiş... Sonra?


"Yat Limanı Projesinin Çanakkale Ticaret ve Sanayi Odası projesi olmaktan çıkmıştır. Proje ya Bülend Engin’in şahsi projesidir veya İÇDAŞ’IN bir projesi durumundadır. Ya da bir başkasının bir projesi durumuna gelmiştir” demiş... Günaydın! 


Sermaye cephesindeki bu paslaşma bizi aşıyor... Bülent abim + değeri iyi bilir. Bilmese başarılı bir yönetici olamazdı. Bu, + değer kavramını Marks adında biri formüllemiş. Demiş ki, sen yanında bir kişi çalıştırırsın, ona 1000 lira verirsin ama o sana aylık 15.000 lira kazandırır. Aradaki fark da + değerdir ve doğal olarak patronun yani senin cebine girer... Yanında ne kadar çok kek çalıştırırsan, o kadar çok + değer kazanırsın... Formül mükemmel... İşte bu sırtından + değer kazanılan sağmal ineğe de "işçi" deniyor. Bilinçlisine proleter, yontulmamış kütüğüne de "lünpen" deniyor... Abilerim sonuçta bu noktada ayrılmaz bir ikili olarak hayatlarını öyle ya da böyle sürdürürler... Sonuçta çok katlı yat otoparkında "kayıkçı" kavgası olur... Bunlar aramızda. Size ne oluyor "sağmal inek sınıfı?"


Sadece onlar değil... CHP de bir tuhaf... Serdar'ın bir adayı var da neden Alişimin bir adayı olmasın de mi? Oldu... Nurtopu gibi "gürbüz" bir abimiz oldu. Hani yukarıda söz ettiğim Marks vardı ya... İşte onun söylediklerinin lightı olan sosyal demokratlar, hala sosyal demokrat olabilememenin sığ tatlı sularında şamrele binip açılma provaları yapıyorlar... 


İsmel hemen yan siperde... Ahmet Biga'da kızakta... 


Tüm bunları silmenin hatta sıfırlayıp yeniden yapmanın zamanıdır! Zamanıdır ama tehlikelidir! Çünkü bahsettiğimiz devrimdir! Bu ülkeye uzak bir kavramdır! Önce inekleri geliştirmek, ilişkilerini düzenlemek lazım...


1 Mayıs'ınız kutlu olsun!


-geMici-
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...   


(Bülent abime not: Abi, kendini hergün "bu kentte daha ne yapayım?" diye kasma... İricene bir yorgan yaptıttır, kentin üzerine örtüver. Çarşı marşı seni açmaz! Hem çarşı sana da pek muhtemel karşıdır. Ben yanındayım(!) abi! Tez elden Erhancığım bu hafta seni es geçiyorum. Kusura bakma! Duygusal kolej paronunu da unutmuyorum... Ne yumurtlayacak diye bakınıyorum! Çan-kadanak bir şeyler çok yakında yumurtlayacaktır. Duygusunu derinden hissediyorum...) 


18 Nisan 2012 Çarşamba

CHP, Şerif taytıslar, iktidar, taban ve diğerleri...

Parti... Bir gurup insanın eğlenmek için bir araya gelip, sazlı sözlü tepinirken bir yandan da "abi ne içtin? Bize de söyle de biz de kafa yapalım" dedikleri, kısa hedefli bir toplantı türü değildir... Yani insanların bir araya gelerek eğlenmeye çalışma çabasının organize hali hiç değildir. 


Parti;  üyelerinin düşünce ve çıkarlarını gerçekleştirmek için, iktidarı kısmen ya da tamamen elde etmek amacı ile siyasi hayata katılan örgütlenmiş bir gruptur. Uzun soluklu bir yürüyüştür. Bir gecelik "partilere" benzemez! 


Siyaset yapmanın sadece bir yoludur. bunun dışında toplumsal hareketler, baskı grupları da siyaset içinde bulunur. Partiler yasal ya da yasa dışı örgütsel yapıya sahiptir. Hepsinin amacı şu ya da bu biçimde iktidarı ele geçirmektir. 


Partiler, modernlikle ilgili, kapitalizmle ilgili kavramdır. Parti, seçimle ya da herhangi bir yolla iktidarı ele geçirmeye çalışan insanların oluşturduğu örgütsel yapıdır. 


Partilerin işlevleri -en genel anlamda- seçmenleri temsil eder... 


Parti örgüttür... Örgütün dayandığı tabandır... Parti böyle bir şeydir...


CHP nasıl bir şeydir? Bilmiyorum... En azından benim yazdığım gibi olmadığı kesindir. Olsaydı ortada bir örgüt olurdu. Ortada bir örgüt var mı? Yok! Örgüt dediğiniz bir iki isim etrafında dolanan deve güreşi ise sözüm yok! Bir iki kişinin "eğlendiği" "kafa gezdirdiği" tabanı ve seçmeni yok sayan, bir sonraki seçimi -kendi adına- garantilemeye çalışan "Şerif Taytıslar" küçük topluluğu ne zamandan beri "parti" oldu? 


 Yerelde Merkez ilçe seçimi oldu. Dünün düşman kardeşleri baktılar durum pek iyi değil, hemen bir araya geldiler... Onlar bir araya gelince çemberin dışında kalanlar da kendi saflarını kurdular... Şimdi de İl Başkanını seçecekler... Parti için mi? Hayır! Serdar, Sarı milletvekilliklerinin birinci sırasını kapmak için...       


Ahmet'i diskalifiye etme çabaları... Peki ya İsmail? O da bir önceki rövanşın peşinde... Toplasan dört beş isim... Safariye çıkılmış delege avı sürüyor... Kim kimi mıhlarsa! Delege ne yapıyor? Çıkarına bakıyor... Taban seyrediyor... Seçmen görüyor... 


"Biz neden iktidar olamıyoruz?" cümlesini en son soracak parti CHP'dir...


Gece oldu mu telefonu kapatmak zorunda kalıyorum... Yeniceden arıyorlar, Bayramiç'ten arıyorlar, Biga'dan arıyorlar... "Ne olur?" diye... Ben ne bileyim? Partinin Şerif Taytısları karar verecek... 


Bence bütün bunları tersine döndürecek olan tabandır. Taban delegeleri sıkıştıracak. Onları zorlayacak. Görünen adayların üzerini çizecek. Kendi liderini kendisi yaratacak! Bunlara inat! Bu kent bunu başarır... Hiç bilmiyorsa kendi adına oy verecek ki, anlasın "taytıslar"... 


Partiler, toplumların kırılma noktalarında, değişim anlarında ve kriz anlarında ortaya çıkar. Çok partili ortam aranmaz. Tek parti alır ve götürür. Türkiye için söylersek AKP bir konjonktürel partidir. Kriz anını iyi görmüş ve ortaya çıkarak tek parti iktidarını sağlamış bir yapıdır. Kriz devam ediyor... 


(Ara not: Yurttaş kendini ve isteğini gösteriyorsa partiye gerek olmaz. Antik yunan'da insanlar doğrudan kendilerini temsil ederlerdi. Biz ise modern ve kalabalık dünyada -nedense- siyasi partiler aracılığıyla temsil ediliriz. :) Lakin artık mecbur kalmayalım...)


-geMici-
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...


(Bülent abime tebrik notu: Abi kapmışsın ödülü... Tebrik ederim! Koltuk sağlam, yola devam. Puruvan net, kat yat otoparkının yolu açık olsun! Seninle gurur duyuyoruz...) 

8 Nisan 2012 Pazar

"Günü yakala..."

Ne güzel bir kelimedir; "Carpe diem..." (Gününü gün etzamanın tadını çıkargünü yakalaanı yaşa veya günü yaşa gibi bir anlamlama geliyor.) Latince... Türkiye "pop kültürü" bu kelimeyi "Ölü Ozanlar Derneği" filmiyle tanıdı. Sonra da bol bol kullandı. İtiraf edeyim ben de öyle öğrendim. Belki duymuşumdur ama belleğime bu filmle yerleşti. Çok da önemli değil...


Tamam, kelimeyi öğrendi ama bir türlü hayata geçiremedi. Zaten geçirme şansı da yoktu. Biraz ukalalık olacak ama yarını olmayan bizim gibi "müstemleke ülkelerde" (Gençler sözlüğe bakın ne anlama geldiğini) felsefe de pek ol(a)muyor. Çünkü düşünce, düşüncede derinlik, yani felsefe biraz da müreffeh bir ortam arıyor. İşte bu burada olamıyor. Olamayınca da "carpe diem" hiç olamıyor...


Ayrıca neden olsun? 


Posta kutusu dediğimiz reklam mecrası vasıtaların asla bireyler arası iletişimde kullanılmamış ülkemde olması gereken de bu! Tamam, şimdi posta kutuları bu işe yarıyor. Savununuz da hazır. "Biz artık elektronik posta kullanıyoruz." Tebrikler... Peki ama elektronik postalar yokken çok mu kullanıyordunuz. En son ne zaman tebrik kartı attınız ya da birine mektup yazdınız? Bırakın onları ne zaman elinize kalem alıp da "duygu" yüklü iki satır yazdınız. Kurşun kaleme fitim... Boş verin dolma kalemi... (Aklıma geldi şimdi şöyle taze yapraktan, ince sarılmış, dereotu kokan bir dolma olacaktı ki... Öf öfff!) Sonuçta hepsi dolma... :)


Şimdi bir soru sormuş bir abim; "Şerif Taytıs nerede?" diye... Şerif Taytıs bizim ruhumuz. Biraz kanı bitlenen hep Şerif taytıslığa soyunuyor. Sorun ERK... Erki elinde bulundurduğunu hisseden rolü de kapıyor. 


Yontma taş devrinden elektronik devre direk atlayınca sorun da kendiliğinden oluşuyor... Taytıslık da başlıyor, yalnızlaştırılmış, yontulmuş, içi boşaltılmış film lafları da... Yani "carpe diem" de olduğu gibi. (Umarım sosyologların alanına tecavüz etmiyorumdur...)


Hayatlarımıza derinlik katamadıkça, yaşamı içselleştiremedikce olacak olanlar bu... Niye başkalarına kızıyoruz ki? Onlar hep vardı, var da olacaklar... Bunda bir sakınca da yok! Durum, bizim kişisel durumlarımız... Nerede tecavüze yelteniyoruz nerede kendimizin ırzına geçmeye çalışıyoruz. Rahat değiliz...


Sığlıklarda yüzmeye çalışıyoruz... 


Sakın karaya oturmayın... BATI-feneri Çakmaya inatla devam etmek istiyor... O, "kutsal ışık" değil... Sadece dalgaların en hırçın kırıldığı yerde çakmaya çalışan yalnız bir fener. Görmeseniz de olur. Rotanız doğru olsun. iyi seferler... (Yuh! Çok mu övdüm leyn kendimi? Oysa haddimi aşmak istememiştim...)


Herkese derin yolculuklar...


-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR.... (not: bazen kötü yazı da gereklidir...) 









  

6 Nisan 2012 Cuma

Zeytin Diktim Denize...


Zeytin diktim denize...

Şöyle bir hesap yaptım; hayat yaşanılır gibi değil. Bana uymuyor. “Ne yapayım, ne yapayım” diye düşünürken –haddim değil ama olsun masumane düşünüyoruz işte- aklıma annemin tarlası geldi. Şimdi, ben burayı zeytinle doldursam en az 250 ağaç alır. Ağaç başına yüz kilo alsam, yirmi beş ton zeytin eder. Beşe bir verse… Beş ton zeytinyağı eder… On liradan versem Elli bin! Paraya bak! Otuz bini masraf geriye kemiksiz yirmi bin kalır!

Tabi insan peşin parayı düşleyince şöyle bir gevşiyor… Yırttık anasını satayım! Düşteki para duştaki paraya benzemiyor. Uygulamak lazım… Lazım ama ben unuttum bu mevzuyu. Arada sırada aklıma gelse de “aman şimdi fidan bul, onları tarlaya götür, önce dikilecek noktaları belirle, sonra çukur aç, fidanı yerleştir, toprakla göm… Sonra da ilacını suyunu periyodik olarak ver… Zor iş yani… Uymuyor…

Şubat başı Cuma pazarının arka kapısından giriyorum. Baktım zeytin fidanları… Başında yakışıklı bir genç, ampul gibi parlıyor. Adı Ufuk’muş… “Var mı elinde bunlardan?” dedim. “Kaç tane istersen. Toptan alırsan indirim de yaparım” dedi. Aldım kartını, baktım Karagöz fidancılık… Uzatmayalım lafı; Mart başında sağolsun fidanları getirdi. Koca Ali, İsmail Tanyaş ve ben önce tarlayı damaladık! Sonra çukurlar açıldı. Zeytin fidanları dikildi. Yanlarına birer de kazık! Mis gibi oldu… Gelsin paracıklar… Eh tabi ki biraz bekleyeceğiz… Bu ağaçların ful verim vermesi nereden baksan 50 yıl! Yaşarım anasını satayım… 50 yıl dediğin nedir ki? 50 yıl yaşadım da ne oldu? Hiç…

Abi kaseye doldurmuşum mis gibi zeytinyağını... Üstüne biraz kırmızı, karabiber ve tuz serpiştirip kekiklemişsin... Sonra kızarmış ekmek ve çoban peyniri! 

Öyle değil mi Bülent Abi? Hayat akıyor abi… Şimdi şu yat otoparkını yapacağız ya… Bence hiç uğraşma abi, birileri senden önce davranıp aynı yere dikmiş yat otoparkını… İskelenin boyu senin mendirek kadar değil ama ona yakın. Tez Elden Erhancığım senin projeyi çaktırmadan yapmış abi. Bak benden müzevirlemesi… Gerisini sen hallet!

Bir de abi doğal ortama uydurmak için ağaçtan yapmış abi. Buna da şükür! Profil demirden de yapabilirdi. Yapsaydı sana da kıyağı olurdu ama o ille de kütük demiş. Kıymış paraya be abi… Yapmış valla… Yetmemiş üstünü de kapamış…

Bizim köyün altında gariban balıkçılar vardır abi… Bunlar maliye yokken de oradaydılar. Şöyle ağlarını koymak için iskeleleri vardır birkaç metre denize doğru maliye iflahlarını kesti! Yetmedi pek özel idare çullandı! Ardından da “Benim Lüferim yolunu bulur” cümlesindeki lüfer bir tokat çekti. Bizim gariban balıkçı iki seksen… Kendine gelmesi en az 50 sene… Lakin bu ayak takımı yaşıyor be abi her şeye inat!
Elini çabuk tut abi… İş bildiğin gibi değil… Ben tabi ki kentle sizler gibi müstesna şahsiyetlerin arasına Erol Taş gibi girmek istemem… Benim tarzım daha çok Danyal Topatan, ne bileyim Yadigar Ejder, Necdet Tosun tarzı… Jönlük bize uymuyor…

Jön örnekleri çok! Mesela sen abi hafif profilden tam bir Cüneyt Arkın… Muzaffer abim de aynı Muzeffer Tema… Serdar Soydan’a da benziyor. Pardon Murat Soydan diyecektim. (Valla billa CHP üzerine yazmayacam. Yazsam ilk önce İsmail Özay’ın haberi olur! Bloğa ilk girenlerden biri de o… Ondan yani…)

Ayhan Işık var gökkuşağı gibi… Arada duygusal, bazı bazı “Cingöz Recai…” Tamer Yiğit var, İzzet Günay var, Ekrem Bora var… O yok!

Yani bu kentin sinematografik bir yapısı var! Rejisörleri, senaryo yazarları, Zerrin Egelileri, Türkan Şorayları, Filiz Akınları var…

Figürasyon mu? Bizden daha güzel figürasyonu Holuvutta bulamazsın! Sen bu filme başla abi, projeni çalacaklar!

-geMici-
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…