31 Temmuz 2013 Çarşamba

Cilatı taş baskı turizmi

Çanakkale sanayi ve Ticaret Odası’nın (ÇTSO), GMKA (Güney Marmara Kalkınma Ajansı) Doğrudan faaliyet Desteği Hibe Programı kapsamında hazırladığı “Çanakkale Turizminde Yeni Markası ve Değerlerini Ortaya çıkarıyor” projesi 24 Temmuz’da yapılan GMKA Kalkınma Kurulu’nda kabul edilerek destek almaya hak kazandı. Konuyla ilgili haber ektedir.

Böyle bir elektronik posta alırsanız ne yaparsınız?

a-) Bir göz atıp çöp tenekesine gönderirsiniz. b-) Oh, hazır haber gelmiş ne güzel. Olduğu gibi gazeteye koyalım.

“Böyle başa böyle tarak cinsinden hazırlanmış haberi size gönderiyorum. Olduğu gibi koyun. Virgülüne dokunmayın. Zaten haberi de biz yaparız. Siz de basarsınız.” demenin elektronik postası zaten bu kadar net olur… Acaba bir tek gazeteci arkadaş ÇTSO’yu arayıp da tek kelime etti mi? Mesela; “Sen sadece bizi bilgilendirebilirsin. Haber ektedir falan diyemezsin. Haberi sen yapacaksan gazete çıkart.” gibi bir cümle…

Üç tane meslek örgütü var(!)… 

Hakikaten mi? 

Tek cümle yok!

Bütün bu sessizliğin iki anlamı olabilir… Bir; meslek etiği, ilkesi, mesleği icra edenlerin kapasitesi gibi bir çok cümlenin sıralanacağı gazetecilik kapsamına ait cümleler. İki; gazete sahiplerinin “ayakta kalma” mücadelelerinin (!) parasal yansıması… Üçüncü bir şık yok! Pardon var! Bu elektronik posta sadece bana geldi…

Aslına bakarsanız tüm bunlar beni hiç ilgilendirmiyor… Bu elektronik postanın asıl vehameti kapsamı. Tereciye tere satmaları değil… Gazetecilere gazetecilik öğretmeye kalmaları, aymazlıkları, bakış açıları, aşağılamaya kalkmaları hatta aşağılama cesareti göstermeleri değil…

Proje cümlesi: “Çanakkale Turizminde Yeni Markası ve Değerlerini Ortaya çıkarıyor” Çanakkale Markası ve Yeni Turizm değerleri neler? Buraya bir bakalaım… Mesela neler olabilir bu yeni değerler ve markalar?

Aklıma ilk gelen yeni turizm değerlerinin başında Termik Santraller geliyor… Biga, Karabiga, lapseki üçkenine kurulması planlanan Termik santraller…

Şimdiye kadar kurulan ve çalışan iki tanesinin altında Bülent abimin imzası var. Bir üçüncüsünü de kurmak için hızla “yeni” adımlar atıyor. Üçüncüsünü de “Çevreci Termik santral” olarak ısrarla lanse ediyor…

Küçük bir alanı terik santrallerle doldurarak ne güzel bir “yeni turizm değeri” yaratıyorlar…
Bir diğer yeni turizm değerimiz de olsa olsa siyanürlü dağlarımız ve içilmesi artık mümkün olmayacak olan sularımız olabilir mi acaba? Neden olmasın? Yürü turizmin üzerine üzerine…

Bu iki yeni değer ve marka bizi kesin turizmde sıçratacaktır. Zıplamaktan yerimizde duramayacağız… Çanakkaleye gelecek turistleri düşünün bir kere… Onlara gaz maskesi satacağız. Maskeci kazanacak! Daha çok konaklamak zorunda kalacaklar özel hastaneler kazanacak! (Bir çok otel beş yıldızlı hastaneye döneceği için konaklama sorunu yaşanmayacak.) Otelciler de kazanmış olacak!

Bütün bu güzel(!) gelişmelere de GMKA Kalkınma Kurulu taktir etmiş ve hibe babından projeye destek vermiştir. Harika! Söyleyecek cümlem bu kadar.

Belki son cümle olarak şu sorulabilir: GMKA Genel Kurul’u bu hibe desteği GMKA bütcesinden mi verdi?

Kendi cebinden verdiyese bir sorun yok...Saygıyla karşılarım…

Çevreci Termik Santraller Odabaşısı önderliğinde “Çanakkale Turizminde Yeni Markası ve Değerleri” için yürüyoruz… Kim tutar bizi be!

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…   

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Okuma… Günü okuma…


Aslında hem kolay, hem de zor… Sanırım günü okumanın yöntemi (herkes için) nerede durduğu ile ilgili…  Ya da hangi zamanda… (Zaman var mı?)

Herkes doğru okuyor(!) Ben okuyamıyorum… Bu, tamamen kişisel… Kişisel çünkü kendimle doğru olmalıyım. (Cümle düşüklüğü falan yok! Devam et, 17 DY 264!...)

Oğlum okuyacak. Ve bir gün gelecek ciddi anlamda küfür edecek. İyisi mi, yaz… Mevsimsel değil, yazı olarak yaz! Buraya kadar yazılanlar benle ilgili… J

Sonrası?

Benim dışında yaşanan salaklıklar… Çaktırmadan pes etmeler, günü kurtarmalar, alışa gelen uygulamalar, duygular, pesimist teslim olmalar, küfür ederken yapılan hedef saptırmalar, acıtasyon kıvamında gövde gösterileri… Ama en kötüsü; zekasal çıkmazlar! DNA çarprazlaştırması…

Ülke, olması gereken yerde… Doğal süreçte… Peki, bizim bu sağlıklı(!) süreci saptırmaya hakkımız var mı? Her zaman… İcazet almadan var! Yersiz ve zamansız!

“Eğer var” diyebiliyorsan aynen devam edelim… (Hata ayıkla!)  

…Ama düşlerimizi ve hayallerimizi gözden geçirelim.

İlke bir; Faşist ile sosyalist arasındaki temel fark “yöntem”dir… Yöntemi belirleyen ise insana ait duygudur! (Hayvana ait duygular asla faşist değildir. Bunu notla bir yere.) Duygularınız “iğdiş” edildiyse ciddi bir sorunla karşı karşıyasınız demektir. Ve söyleyecek cümleniz bitmiştir… Sus!
Konuşuyorsan…

… O zaman ciddi anlamda palavraya dayalı hamaset yapabilirsiniz… Bir sakınca yok! Devam et koçun, sağ taraftan… Faşizmin en sıradan anlamıyla uyuşmuşsundur ve konjonktür senindir… Hayırlı olsun!

Tarihimizi, çocukların tarihini unutamayız! Her gün, soluk alırken, bir kez, bir kez daha ve sonra birçok kez daha hatırlamak zorundayız! Nefesimiz bittiğinde, bir sonraki hatırlamaya devam etmeli… Çocuklarımıza sadece “çocukların tarihini” miras bırakabiliriz…

5 bin çocuğun öldüğü iç savaşı sadece darbeye, 12 Eylül’e hazırlık projesi olarak tanımlarsanız bu AKP demektir ve hayatı başka bir ret ediş küfürüdür…Sen kültür de…(Bu beş bin arasında bir tane AKP tandanslı adam ismi söyleyin, her şeyi yutacam….Yok leyn, yok!)

İşkencede yoklar! İçeride yoklar! Önleri açılmış! Yeşil kuşak projesine teslim olmuşlar…12 Eylül’den nemalanıp “yetmez ama evet” gibi davranıyorlar.

Bunu da yuttular! Yaşamamış gibi yuttular! Analitik kapasiteleri yetmedi!

Dostlar!

Rüyamız farklı olsa da özgürlük aynı…

Anladın!

Sen anladın…

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

18 Temmuz 2013 Perşembe

“Ethem kurşuna kafa atmış…”

Bu ayrıntıyı bilmiyordum… Öğrenmiş oldum. Yurt Gazetesi’nin haberine göre; “Ankara’da polis A.Ş. tarafından öldürülen Ethem Sarısülük’ün iddianamesinden; Tabancanın dönme hareketinin etkisiyle ve yere paralel hale gelmesi konumunda iken atış yapması… ” 

Yani?

Ethem, kale önünde olan karambolde hızla gelen kurşuna göğüs istopu yapıp uzaklaştıracağına, direk kafa ile ceza sahası dışına atmaya çalışınca mevcut durum gerçekleşiyor…

Orta hakem, çizgi hakemleri, yan hakem, gözlemci, UEFA, FİFA, televizyonları başında milyonlar, yetmiyor UFO’lar tamamı eksiksiz görüyor ama hakem bir kere karar vermiş… “Nizami vuruş…” Oyun devam etsin! İstersen tahkime git… Sonuç değişmez!


Demiş bir kere; “senin orada işin ne? Ceza sahasında ne yapıyorsun? Git tribünde otur… Seyret olan biteni… Tamam, sahaya indin… Kurşuna niye kafa atıyorsun? Hakem benim, yan hakem de benim! Tahkim de, etik kurul da… Bir şey denmesi gerekirse, ben derim! Daha ne istiyorsunuz? Diye söylenmiş, durmuş…


“Daha ne istiyorlar?” Yediğiniz önünüzde yemediğiniz kafanızda… Yetmedi silinmiş mobese kamerası görüntüsü verelim…


Bu, koşullar eşit olmasa da sonunda sahada kazanılacak bir maç…


Maçın sonucunu şimdiden kestirmek zor…


-geMici-


gemici@yandex.com


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

Tam müftülük bir olay… (Ramazan münasebetiyle...)

Kangırlı benim köyüm… Bunu herkes bilir. Nereden bilir? Yazılarımdan bilir, konuşmamdan bilir, övünmemden bilir, yetişmemden bilir, hayat biçimimden bilir, bardağı tutuşumdan bilir, govalaklığımdan bilir… Saklı bir şey değil yani…

Kangırlı’da yaprak düşse ağaçlar fısıldar. Bilirim… Denizden balık geçse bilirim, Ahmet (Kara) söyler… Kangırlı’da hiçbir şey sesiz kalmaz! Herşeye de sesini çıkarır…

Köy hocasını köylü gönderdi. Uyuşmadı köyle… Birkaç ay hocasız idare ettiler… Köyde hoca çok. Ben hocayım diyeni dörtle toplarlar, sekizle çarparlar… Övünmek gibi olmasın adını taşıdığım “Salim” dedem de bu köye hoca olarak gelmiş.

Sonra bir hoca bulundu. On yıllık memur… Müftülük sınav yapmış, yetersiz bulmuşlar, atamasını yapmamışlar. İyi… Müftülük bu! Yapar sınavını, yetersiz bulur, atamaz! Sonra genç bir çocuk atamışlar… Nefesi kuvvetli mi bilmem ama torpilinin kuvvetli olduğu kesin!

Torpil mevzusunu anlamak için verilere bakmak yeterli. Sakın ha, yeni hocaya karşı olduğumu sanmayın. Benimle ne ilgisi olur. Yalnız öyküyü dinleyince durum feci…

Sen on yıllık kadrolu hocayı sınava tabi tut… (O sınav nasıl bir sınavsa…) Sınav sonucu sınıfta kalsın! Yetersiz de… Kangırlı’ya atama ama bir başka yerde göreve devam etsin. Kendi bünyende on yıllık hocaya “yetersiz” de, yeni mezun hocayı ata… Vay canına! Neler oluyor bizim bilmediğimiz “hayatta…”

Torpili görmemek için hakikaten sıfır numara “kör” olmak lazım! Görme engellilerden özür diliyorum… Bu yazıyı onlar da okuduğunda durumu anında çözeceklerdir. Demi müftü?

Burada merak konusu (benim açımdan) bu torpil kimden?

Yapılan sınav nasıl bir sınav?

Sınavı yapan kim?

10 yıllık hoca yetersiz kaldıysa görevine devam ediyor mu etmiyor mu?

Sınavı yapanlara yeterliliği kim verdi?

Sınav kıstasları ne?

Aylardan ne?

8 Ağustos tarihinin bir anlamı var mı?

Her şey özelleşirken müftülük de özelleşecek mi?

Sınava ben girsem geçebilir miyim?

Geçemezsem yazı yazabilir miyim?

Ben daha soruları uzatacağım da, burada keseyim… Cevap beklemeyi düşünüyorum. Büyük bir olasılıkla gelmeyecek olan “orantısız” cevabı bekleyeceğim?

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…  

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Çanakkale domatesi…

…diye bir şey varmış gibi demeçler verip “yakında tezgahları süsleyecek” bazında yapılan hayali açıklamaları yutmaya devam ediyorsanız bu yazıyı okumasanız da olur… Okursanız GDO’nuza dokunabilir… Siz, iyisi mi domates, biber, peynir üçlemesiyle nostalji yapabilirsiniz… Domatesin içine kaya tuzunu gömmeyi de unutmayın…

Çakma domatesi hala “Çanakkale Domatesi” diye kakalamaya çalışan köylüden, markalaştırmaya çalışandan, -kimse onlar- geç hepsini “yerli mi bunlar?” diye sorduğunda “Kösedere” demeyi adet edinen pazarcı esnafına kadar geniş bir yelpazede birbirimize yutturmaya çalıştığımız “Çanakkale Domatesinin” ruhuna fatiha!

Yok, öyle bir şey… (Tamamı renkli ve Türkçe)

Tamamı anılarda kalmış bir şey… Kokusu, rengi, tadı geçmişte kaldı! Ekmek gibi domatesi ikiye böldüğünde on metreden kokusunu duya bileceğiniz “Çanakkale Domatesi” bize küstü, terk etti! Onun yerine çakma domatesle idare edeceksiniz…

Hani bir dükkana girersiniz de “davul-tozu” var mı diye sorduğunuzda  “kalmadı ama minare gölgesi verelim” diyen hakikatli işletme sahibi vardır ya… Hani esnaf üstü esnaf olan tür… ille de ayağın alışsın manasından sana bir şey satacak… Ha işte o tür şimdi yaygın tür…

Cuma olur, Salı olur, Cumartesi olur; Marmara’nın en büyük pazarına gidip de “Çanakkale Domatesi” arayan benim gibi bir salaksanız bu cümleyi daha çok sorarsınız! “Yerli mi?” Özünde kast ettiğim tohumu… “He, valla yerli” cevabı da aslında oldukça yerli… Yerli olmayan domatesin fidesi… Tohumu…

Toprağın, suyun, havanın yerli olması yetmiyor işte… Yeter diyenlere domatesi eline alıp plastik imitasyonundan ne farlı olduğunu bir açıklamaları gerekmiyor mu?

Bu işe el atalım diyen yok! Olmayacak da… Olmamasını yadırgamıyorum… Kapitalizm sistemi içerisinde bunun farklı olması zaten beklenen bir şey değil… Nüfusu doylamak, domatese doyurmak zorunlu! Çakma makma… Domates dediğin de; “al sana domates” diye kasayı kafasında parçalamak makbul! Sistem bu!

“Kardeş ne istedin sen?” “Aldım abi, ben domatesimi aldın…” “Afiyet olsun kardeş!” Domates yok diyeni, kasa kasa domatesle koşturmaya birkaç gün kaldı ama…

İşte bu bağlaç yok mu, işi kahreden o… Ben sadece yazıyorum! Benim icadım da değil aslen… Biri kullanmış ben de kullanıyorum. “Peki, o biri kendini uçurumdan atmış, sen de atacak mısın?” diye sorarsan, verecek cevabım aynın çakma domates kırmızılığında olur!

Şimdi bu domatesin salçası da olacak… Biliyorsunuz “yemek salçasız” olmazmış… Lafın devamını yazmıyorum. Yo, çocuklar okuyacağından değil bir Kastamonu milletvekili falan rastlar diye…

Şimdi bu domatesin kurusu da olacak… Turşusu da…

Sonuçta GDO’lanacaz… Mutlu olalım! Kimse bu hizmeti bedavaya yapmaz! Oku oku “Çanakkale Domatesi” ye... Marka olmuş ya ondan şey ettim...

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…


11 Temmuz 2013 Perşembe

Erdal hala 17 yaşında…


12 Eylül Faşizmi onu katlettiği yaşta kaldı. Biz büyüdük. O hala 17…

17 yaşını hatırlayan var mı aranızda… Ben hatırlamakta güçlük çekiyorum ama hatırlıyorum. Sonra 18 olduk… “Artık her yaptığından sorumlusun” dediler… Ondan önce değilmişiz gibi. Erdal’ı 17’sinde asmamışlar gibi, şaka gibiydi…

19 yaşım hep maviydi… Uçsuz bucaksız bir gökyüzü, deniz… Gece yıldız doluydu. Ufukta çakıp duran deniz fenerleri…

22 yaşıma kadar denizlerde sürttüm… Balıkçılık yaptım… 22 yaşımda Eskişehir’in yollarına düştüm… 26 yaşında son sınıf öğrencisiydim… Sırılsıklam aşıktım, bugün gibi… Sonrası bildik hikaye. Hatırlayabildiklerimin hepsi bu…

Ve bugün…

Abdullah Çömert; 22 yaşında.
Ethem Sarısülük; 26 yaşında.
Mehmet Ayvalıtaş; 20 yaşında.
Medeni Yıldırım; 18 yaşında.
Ali İsmail Korkmaz; 19 yaşında…

Sonra kocaman bir “İ” ortaya çıkıp “Ethem Sarısülük arkadaşlarının attığı taşla öldü.” diyebiliyor… Utanmadan, sıkılmadan, suratsızca, faşizmin aymazlığıyla…

Bir diğeri Medeni’nin öldürülmesi üzerine; “Vurdularsa birbirini vurdular.” diyebiliyor… Yüzümde bir duvar, renksiz, kişiliksiz, yalan dolu ses tonuyla…

Yine bir diğeri; Ali İsmail Kormaz’ın ölümü için “Arkadaşlarına zarar verip polis yaptı diyorlar” diyebiliyor… Yine aynı badem bıyık tavrıyla…

Müezzin Fuat Yıldırım diye de bir adam var… “Yukarıda Allah var. Yalan söyleyemem” diyen…
Doktorlar mezun olurken yemin ediyorlar. Yeminlerini yerine getirenleri tek tek tutukladılar. Gezi Parkı yaralılarıyla sokaklarda, köşe başlarında, otellerde, camilerde ilgilendiler. Ödülleri arkadan kelepçelenip tutuklanmak oldu. Onlar doktordu…

Ali İsmail Korkmaz’ı “bu adli vaka emniyete git ifade ver” diyen doktora ne diyeceğiz? Desek desek “gaz odaları ne tarafa düşüyor, doktor?” demekten başka…

Faşizm dün de somuttu, bugün de elle tutulacak kadar net ve görünür halde…

Satır satır bir devrim yazılıyor… Gittikçe yükselen bir dalga… Bunu görüyorlar, biliyorlar, kinlerini kusuyorlar…

Mevzilerimizi geri alıyoruz. Hala başörtülü, başörtüsüz polemiği yapmaya kalkıyorlar olmuyor. Anti-kapitalist Müslümanlar oyunu suratlarına vuruyor....

Büyük iftarlarla günü kurtarmaya çalışıyorlar olmuyor. Karşılarına “yeryüzü sofraları” çıkıyor…

Mısır, darbe, halkın parasıyla alınmış silahları halka karşı kullanıyorlar falan filan diyorlar olmuyor… Biri çıkıp, “polisin kullandığı TOMA, gaz bombası, biber gazını cebinden mi aldın?” diye soruveriyor…

Tutmuyor tutmuyor… Ne yapsalar dikiş tutmuyor. Tutmayınca da “satırlı kuvvetleri” sokağa sürmeye başladılar. Yetmedi sopalı milisleri. O da yetersiz kaldı şimdide “silahlı milislerini…”

Çocuklar bizim… Onlar bizim çocuklar! Dokunmayın çocuklara! Gidin nereye dokunacaksanız oraya dokunun!

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

4 Temmuz 2013 Perşembe

İyi ki burada yaşıyoruz! Yas-ak!

Bir dostum sosyal medyada Küba’da yasakların listesini yayınlamış… Tabi ülke sosyalist olduğundan olacak uzun bir yasaklar listesi var. Okuyun da ibret alın. Mis gibi bir ülkede yaşadığımıza sevinelim…

İşte Küba’nın yasaklar listesi:

• Sömürücü ülkelerin bayraklarının yakılması yasak; çünkü onlar yöneticileri değil o ülkenin halklarını temsil ediyor.

• Karalamacılardan dahi olsa birsinin ölümüne sevinmek yasak; çünkü ailesinin acısına saygı duyulur.

• Birilerinin karşısında diz çökmek yasak.
• Onuru kaybetmek yasak.

• Gerçekten özgür olmanın gücünü kaybetmek yasak.

• Tartışmasız bir kahraman olan Fidel Castro'nun heykelini yapmak veya adına anıtlar dikmek yasak. Ona tapmak yasak, o yaptığı işleri insanlığın çıkarı için yaptığını, kişisel olarak çıkar sağlamak veya yücelmek için yapmadığını söyler.

• Zaten hak olan bir şey için yalvarmak, dilemek onu bir mükafat gibi görmek yasak.

• Tarihsel düşmanların özel hayatından konuşmak. Bu sebeple meşhur “Clinton ve Monica Lewinsky” meselesi hakkında bir tek Kübalının bile konuştuğu duyulmadı.

• Halkın iktidarına ve yaşayış şekline karşı işler çevirmek veya ona karşı çalışmak yasak.

• Cehalet yasak.

• Marjinallik yasak.

• Kültürel yozlaşma yasak.

• Çocukların kaderine terkedilmiş bir şekilde sokaklarda uyuması yasak.

• Az sayıda zenginin çok varlığının olması ve çok sayıda insanın az varlığının olmasını oluşturacak durumlara devletin göz yumması yasak.

• Dünya üzerinde herhangi bir yerde üniversite okuma şansı olmayan gençlerin, hayallerine ulaşmak için ne yapacağını bilmeden çaresiz kalması yasaktır bu yüzden ELAM (Latin Amerika Tıp Okulları) kurulmuştur.

• Muayene ve ameliyat parası olanağından yoksun olduğu için doktora gitme imkanını kaybetmiş insanların olması. Bu sağlık alanındaki problemler sadece Kübalıların problemi olarak değerlendirilmesi kabul edilemez. Bu sadece Kübalıların problemi değildir dünyada yaşayan kadın erkek yoksul halkların problemidir (Küba'nın yaklaşık 30,000 doktoru dünyanın yoksul ülkelerinde hizmet vermektedir.)

• Beslenmede yetersiz düzeyin varlığı yasak.

• Çocuk ölümlerinin olması yasak. Dünyadaki Katolik kilisesinin, dünya üzerinde kurbanlar almaya devam eden, kondom kullanılarak kaçınılabilecek hastalıkların, okullarda ve gençlik çevrelerinde konuşulmasını ve bunun önlemlerinin uygulanmasını yüzsüzce engellemektedir.

• Dayanışma eksikliği yasak.

• Duyarsızlık yasak.

• İnsanların topluma karşı sevgi ve saygı duymaması yasak.

• Dayanışma ihtiyacı olanlarla dayanışma eksikliği yasak.

• İki yüzlülük yasak.

• Başkalarının alın teriyle birkaç kişinin zenginleşmesi yasak.

Evet uzun bir yasak listesi... E, ne de olsa sosyalist. Bu kadar yasak az bile! 

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

2 Temmuz 2013 Salı

Bir kere! Hem de sonsuza…

Hayat tatile girdiğinde artık ne üşüyeceksiniz, ne acıkacaksınız, ne terleyeceksiniz. Hayata klima takmış hissine hiç kapılmayacaksınız. Duyguların da olmayacak. Mesela sevmeyeceksin. Sevilmeyeceksin! Ağlayamayacaksın. Aynı gülemediğin gibi…

Hiçbir yarın tasarısı olmayacak. Bırak yarını zaman olmayacak. Hissedemeyeceğin için karanlık, sonsuz zaman gibi bir değerin de olmayacak. Değersizleşmiş bir karbon bileşeninden başka bir şey olmadığın anlaşılacak ki, bundan haberin bile olmayacak…

Haberler mi? Eğer sevinme gibi duygu olsaydı kurtulduğuna sevine bilirdin ama bu da mümkün olmayacak…

Mesela televizyonun karşısına geçip, çok sevdiğin takımının maçını buz gibi bir bira ve patates kızartmasıyla seyretme şansın olmayacak. Şansının olmadığını da bil(e)meyeceksin. Birçok bilinmeyenle birlikte…

“Hava sıcak, aç şu pencereyi cereyan yapsın” diyeceğin kimse olmayacak! Zaten böyle bir laf edecek bir bilincin de olmayacak…

İşte geldiğimiz nokta!

Korkma lüksümüzün kalmadığı noktadayız. Tabi ki korkularımız, endişelerimiz, panik anlarımız oldu, olacak da… Ama dik durma zamanımızdır! Korkularımızdan kurtulma zamanıdır. Ya korkularımızdan kurtulup, çocuklarımızla olacağız ya da korkularımızın korkaklığında sonsuzluğumuzda ölümü yaşayacağız…

“Erkek” durumundan bakmıyorum… Ben ne kadınlar sevdim benden daha cesaretli, benden daha ileride, benden çok daha kararlı…

Hani diyorlar ya her canlı bir gün tadacak! Tadacaksak tadabiliriz… Mademki bir kere hakkımız var, her gün ölmenin de bir anlamı yok! Korkularımızı boğa biliriz…

Sadece bir kere yaşamak için, sadece bir kere tatmak için, ve de zamana sahipken son ana kadar güzel yaşamak için şimdi korkularımızı gömüyoruz!

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

Not: Her şey aklıma gelirdi… Faiz lobisi, alkol lobisi, uyuşturucu lobisi, ayakkabı lobisi, dış ve iç güçler, tarihi şahsiyetler vs. vs. vs… Ama aklıma bu işi yapanların “varlıklı kişiler” kısaca zenginler olarak tanımlanacağı aklıma gelmezdi! Bugünün “götürmeci” güçleri nasıl bir duygu içindedirler ki, tüm bu olup bitenleri memleket zenginlerinin işi olduğunu hatta sokaktakileri “zengin” tarif etmeleri hakikaten bana hakaret… Hepimize hakaret… Kendilerini de üstün varlık haline getirmelerinden başka bir şey değil…


Yuh! Memlekette ne çok zengin varmış… Bu ne bolluk! Piramit ters dönmüş desenize… Sosyologlar apışıp kalmıştır şimdi! Bir şey bu kadar da dezenformasyona uğratılmaz…  "Çaldıkları" kapı değil anlaşılan… "Çaldıkları" bir enstrüman  var ama… Zenginliğin gözü kör olsun, dezenformasyonu eksik kalmasın!