19 Eylül 2015 Cumartesi

Muhalefet partilerine seçim tüyoları: Ekonomi...

Ekonomiden vuracaksanız sakın bu mevzulara değinmeyin, bir etkisi olmaz.

Dolar 3 teleyi geçmiş... Benim ne işim olur dolarla... Sadece ben değil, memleket evladının yekunu ağzını açmış ekonomi haberlerini izliyor. Bir yandan da; "Acaba üçün altına düşer mi?" hesaplarında. (Bu "üç" konusu önemli.) Sanki düşerse dolar stoklayacak.

Ak-aryakıt mevzusu bize ters. Brend petrolün varil fiyatı inmiş çıkmış bizimle bir alakası ve akrabalığı şimdilik yok. Biz benzini, mazotu en üst seviyeden almayı seviyoruz. Zaten bu konuda da "ucuz etin yahnisi..." diye söylenmiş ata yadigarı bir lafımız da mevcut. İsterse 10 lira olsun...

Emekliye verilecek "iki bayram ikramiyesi" (evet kabul ediyorum torunlar için harika bir fikirdi) mevzuyu ya emekliler duymadı (Ayrıca duymamaları yaş itibariyle gayet normal...) ya da emekliler mevcut durumdan gayet memnun. Torun şımartmanın ne önemi var...

Asgari ücret konusu çalışan çoğunluk için pek önem arz etmiyor. Çalışan "asgari ücretli" bunu tamamen bir deneyin parçası olarak yapıyor. Çünkü mevcut durum kaçınılmaz... Hem de kuşaktan kuşağa aktararak devam ediyor... Sadece bir nesille falan sonuç alınabilecek bir deney değil bu.

"Enflasyon" paradan 6 sıfır atılmadan önce mühimdi ama şimdi önemini yitirmiş bir konu. En baba ekonomiste sorsan enflasyon kaç diye, koşmaya başlar. Sanki yakalayacak. 
Hatırlarsanız dolar 1.20 tele olduğunda rahmetli Ecevit'te muteber bir esnafımız yazar kasa atmıştı, şiir yazması için. Esnaf duyarlıydı o zamanlar... Dolar 3 tele oldu, esnaf zevkten dağıldı...

Bu konulara değinmemeye çalışın bence... İlle de ekonomiden dem vuracaksanız daha can alıcı bir konuya temas edin... İşte yılın önerisi...

Litre fiyatı 100 teleye dayandı... Milletin nevri döndü. Sadece bununla kalsa iyi... 2013 yılında 42.3 milyon litre seviyesinde olan tüketimi, 2014’te 40.2 milyon litreye geriledi. Bu da son 10 yılın en düşük tüketimi olarak dikkat çekti. Tüketimi 2011 yılında 48.8 milyon litreye kadar çıkmıştı. Zaten o zaman da iktidar partisi "top" yapmıştı.

(Şimdi fark ettim. Burada ince bir nokta var... Tüketim arttıkça iktidar partisinin oyları da artıyor. Tüketim azaldıkça eriyor...) Umarım 2015 yılında RAKI tüketimi yüzde 30'ların altına iner...

Şimdi ister misiniz RAKI tüketimi artırmak için litre fiyatını 20 liranın altına çeksinler... Güzel olmaz mı? Muhalefet için kötü, iktidar için büyük adım! Trakya'yı silip süpürür... "Yok milliyetçilerden oy alayım, yok doğudan oy alayım" derdi de ortadan kalkar. Memleketin her seçim bölgesinde, hatta sahillerde "Türkiye partisi."   

Boş verin 400'ü hedef silme... Sonrası balık...

Kurban Bayramınızı kutlar, çoluk çocuk güzel bir hafta geçirmenizi dilerim... Seçim dediğin üç ayda bir yapılan bir şeydir. Önemli olan size bir şey olmasın... İyi bayramlar.

-geMici-

gemici@yandex.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...

    

17 Eylül 2015 Perşembe

Hay senin keriz siyasetine


İnsanın parası olmayınca ekonomiden konuşur. Hiç anlamadığım bir alan olsa da “para” yazacağım… Yani çok mühim bir yazı olacak!

Herkes krizden bahsediyor. Keriz biziz ya, biz de dinliyoruz. Onlar konuşuyor, yetmiyor, beceriyor ve hala “istikrarlı krizden” dem vuruyorlar. “biz olmazsak kriz olur. Ver oyunu yakalı sapını” tarzı korkutmalarla bizi ürkütmeye çalışıyorlar.

Bildiğim bileli bu memlekette kriz vardır. Özal; “memlekette ne ararsan var.” Derken bir yandan kendisini var eden darbeyi kutsamıştı. Diğer yandan da darbe öncesindeki kutsal kuyrukları gözümüze gözümüze sokmuştu. Zavallı halkım da “he ya gerçekten eskiden sadece kuyruk vardı, şimdi her şey var.” Derken ANAP’ın vaat ettiği “bırakın yapsınlar bırakın geçirsinler” siyasetini dibine kadar onayladılar. Denklemin eksik tarafı onaylayanların cebi bugünkü gibi tertemizdi…

Bu günlere kolay gelmedik yani… Tırmalaya tırmalaya tüketildik!

Lakin yine de hiç bu kadar keriz yerine konmamıştık…

Konmamıştık çünkü ekonomiden çok anlıyormuş edalarıyla memleketini tüm varlıklarını satıp ekonominin dibini ters yüz ettiler.

“Gelir adaleti var mı?” diye sorsan alacağın cevap binyıldır aynı: “Beş parmağın beşi de aynı mı?” Ortada bir parmaklama hesabı dolaşıyor ama hesap sonu parmaklanan hep biz oluyoruz. Ne iş baba?

“Keriz krizi” olacak diye ortalarda dolaşan iktidar partisi sevdalıları durumdan pek memnun değil. Doları 3 lira üzerine çıkaran dolar lobisini sokak aralarında arıyorlar. Bulsalar ne yapacaklar derin merak içindeyim…

Deyin ki kriz oldu… (Kriz dediğin 24 saat 365 gün sürekli kriz…) Size, bana ne olacak? Parasız mı kalacaksınız? Zaten biz de para ne gezer… Sanki kutu kutu paranız var da sermayeniz eriyor… Komik olmaya çalışmayız, öylesiniz!

İşsiz mi kalacaksınız… Memleketin zaten yarısı işsiz, diğer yarısı da gizli işsiz…

İş yeriniz var da ihracat konusunda sıkıntı yaşıyorsunuz sanki… İşiniz yok, iş yeri hayali kuruyorsunuz. Sanki holding sahibisiniz. Ayrıca olsanız ne olacak işiniz tıkırında mı olacağını zannediyorsunuz. Tabi ki olmayacak. Nereden biliyorum, Kayseri Operasyonundan… Yürü koçum krize…

Sanki kredileriniz var da ödeme sıkıntısına girdiniz… Bankalar size hala kredi veriyor mu? Şaka yapıyorsunuz.   

Evet, ben bildiğim bileli bu memlekette kriz vardır. Bazen derinleşir, bazen her şey yolundaymış gibi olur ama uzun sürmez.

Kriz derinleşse ne olur derinleşmese ne olur. Size ne olur? Hiç bir şey olmaz! Kriz size dokunmaz çünkü tüm ekonomik tanımların dışında yer alıyorsunuz. Kriz dokunursa akepelilere dokunur. Para da onlarda, ekonomi de onlarda… Krizden korkacaklarsa onlar korkacak!

Bizi de “keriz kriziyle” korkutacaklar…

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR… 

Hayvanlar ve “itler” arasında TKB

 “Hayvan Çiftliği” benim tarafından yazılması gerekirken 1945’te George Orwell tarafından yazılmış. Kitabı okursanız canınız feci sıkılacak. İyisi mi okumayın! Zaten bugün yaşadıklarınızla karşılaşacaksınız.

11-13 tarihlerinde Tarihi Kentler Birliği toplantısına Çanakkale olarak ev sahipliği yaptık. Türkiye’nin her yerinden belediye başkanları buradaydı. Duymuşsunuzdur… Ama iki tanıklığımı yazmam gerektiğini düşünüyorum…

Cumartesi günü misafirlere Kent Gezisi yapıldı. Özgürlük parkında çay içildi. Seramik müzesi gezildi sonra kordondan yürüyerek gezi devam ediyordu ki, en önde yürüyen iki beyefendi koluma girip; “Baya bir fotoğraf çektin. Ben Tosya Belediye başkanıyım sana birkaç soru soracağım” dedi. “Tabii sorabilirsin” dedim. “Başkanın ilk dönemi mi? Ondan önce hangi partiydi” “Hayır 3,5’uncu dönemi. Ondan önce de CHP’deydi.”  Yanındakine döndü. “Demek adam çalışıyor.” dedi… “Memnunsunuz yani” diye benim onayımı bekledi.

Sesimi çıkarmadım… Ki, kentin onayını üç kere almış belediye başkanını linç etmeye kalktığımızı nasıl söyleyecektim ki? Provokasyona getirilmiş kentin gençlerinin öfkeyle saldırdığını…

Türkiye’nin her yanında yaşanan olayların burada da yaşanabildiğini… Elinde olmayan sebeplerle (İnsan nerede ve nasıl doğacağına karar veremez. Zaten hiç de önemi yoktur.) Diyarbakır doğumlu bir genci dövüp, eline bir bayrak tutuşturup “Bozkurt” işareti yapmaya zorlayan “şiddetin” insanla nasıl izah edilebileceği nasıl anlatabilirdim ki?  

Umarım Tosya Belediye Başkanı makamına gittiğinde Çanakkale Siyasi Tarihine bir göz atmıştır.

İkinci olay Barış Kordonunda (2. Kordon) yaşandı. Belediye sokak hayvanları için koyduğu yiyecek, su kaplarının önünde yaşandı. Büyük bir olasılıkla iktidar partisinden iki belediye başkanı aralarında konuşuyor. “Bak, burada itleri de doyuruyorlar…” Diğeri; “Öldürüp günaha gireceğinie topla itleri getir buraya bırak…” “Yau başkanım çok uzak. O kadar iti buraya nasıl getireyim…” Yakın olsa kesin getirecek. Büyük olasılıkla ayaküstü hesap yaptı. “İtleri” buraya getirmek daha maliyetliydi…

Böyle bir farkımız vardı…

Canlıya (Ota, ağaca, kuşa, kurda, tırtıla, insana) sahip çıkmak insan olmanın birinci şartı kabul eden bir anlayışla, “insan” tanımını sunni Müslümanlıkla sınırlayan bir anlayış…

Çanakkale ondan güzel… Dağımızla, suyumuzla, çevremizle, sokak hayvanlarımızla, kuşlarımızla, börtü böceklerimizle yaşayacağız. Barış içinde… Şiddeti bu topraklarda yeşertmeyeceğiz!     

Provokasyonları engelleyeceğiz… Şiddeti kaşıyanları uyarırım! Yarın insanlığınızdan utanmak zorunda kalırsınız! Sizleri, kendi düştükleri bataklığa çekmeye çalışıyorlar!

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

7 Eylül 2015 Pazartesi

“400 Darbe”

"Okulu Kırmak" anlamına gelen bir Fransız deyimidir… 

Ödevini yapamadığı için ceza alma korkusu ile okuldan kaçan küçük kahramanımız yolda arkadaşı ile yürürken annesini bir yabancının kollarında görür. Ertesi gün okula gittiğinde öğretmeni niçin okula gelmediğini sorar. Çocuk “annem öldü” der. Öğretmeni çocuğun ailesi ile konuşur. Ailesi ve öğretmenleri neden böyle bir yalan söylediklerini öğrenmeye çalışır. Daha sonra küçük çocuk ve arkadaşı bulundukları yerden kaçmaya karar verirler. Amaçları denize ulaşmak ve orada yaşamaktır; fakat hiçbir şey istedikleri gibi gitmez.

“Yeni Dalga” akımının güçlü yönetmeni “François Truffaut”tan 1959 yapımı bir şaheseri… Şiddetle seyretmenizi öneririm.

Truffaut bugün yaşasaydı “400 Darbe” farklı bir film olurdu. Bir kere “Aylan”ın kısa hayatının gerçekçi bir toplumsal kusması olurdu. Gerçek suçluları, savaş suçlularının kimler olduğunu gözümüze gözümüze sokardı ama biz yine de anlamazdık. Şimdi anlamadığımız gibi. Yok, anlıyoruz… Anlıyoruz ama anlamamazlıktan gelmek işimize geliyor. Yani salağa yatıyoruz. Hem korkak hem salak… İki kişilikli yaşıyoruz… Siz üstünüze alınmayın, ben kendime söylüyorum…

Filmin bir yerinde mutlaka babaları ikiye ayırırdı: “Şerefli” ve Şerefsiz” diye… Bu topraklarda 2 yaşında da olsan, 20 yaşında da olsan ölüme iki parmak uzaktasın… Belki de ölümün içindesin. Yarın uzak, ölüm çok daha yakın… İnsanları acısı üzerinden kategorilere ayırmak nasıl bir ruh halinin sonucudur kesinlikle “yeni dalgaca” gösterirdi.

Suruç’u es geçmezdi… Özellikle öncesini ve sonrasını… Zaten usta, neden ve sonucu gösterip eylemin ana nedenini göstermeye gerek duymazdı. Önce ve sonrası varsa zaten o önceyi ve sonrayı yaratan fırtına noktasını seyircinin bulmasını isterdi. Zorlardı izleyicisini… Düşünsün isterdi…

Dağlıca’da olan bitenin üstünden 22 saat geçmesine rağmen bir tek açıklama yok devletten… Ve benim bir kulağım televizyonda, yazı yazmaya çalışıyorum… “Şerefsiz bir baba adayının” tedirginliğinde korkarak haberleri dinlemeye çalışıyorum…

Aymazlığın lime lime döküldüğü bayalığın krallığında yeni dalga benzeri bir ülke yaratılıyor… Pespayeliğin tavan yaptığı, şiddetin özelleştirildiği ve taşeronlaştırıldığı, kurumların güven erozyonuyla yok edildiği, kişisel hayatlarının her şeyin üzerinde tutulduğu ve koskoca ülkenin sadece bir kişiye teslim olduğu fazladan bir “yeni dalga” hayatı…

Ben eski faşizmi de bilirdim… gelir evden alır, süründürürdü ama yine de bir savcı avukat görürdün… Şimdi yaratılan “şeyin” adını koyabilecek bir sözcük yok…  

Senin adın da “400 Darbe” olsun! (Bir sanat esintisi de var…)

-geMici-

         
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…


NOT: Sayın vekilim… Bugün meclis açık olmayacak da hangi gün açık olacak? 

3 Eylül 2015 Perşembe

Suni denge menge kalmadı...


Sadece bir adam, bizim gözümüzde büyüttüğümüz bir yapıyı darmadağın etti. Derin devlet dediğimiz mekanizmanın aslında o kadar da güçlü olmadığını gördük... Meğer tüm ipleri elinde tutamıyormuş. Bir adamın üflemesiyle darmadağın oldu.

Hukuk... Öyle bir şey yokmuş. Hakimler, hür vicdanlarıyla, yasalar doğrultusunda karar falan almıyorlarmış, vermiyorlarmış. Rüzgara bakıp öyle karar veriyorlarmış. Darbe zamanlarındaki durumları biliyorduk ama parlamenter sistemin ayrı bir güç odağındaki durumlarına hiç bu kadar net tanık olmamıştık. Resmen yerlerde sürünüyor vicdan...

Anayasa... O hep yakındığımız 12 Eylül darbe anayasası diye bir şey zaten hiç yazılmamış. O, değiştirilmesi bile teklif edilemeyen maddeler sadece kağıt üzerinde birer yazıymış. Yok hükmündeymiş...

Hele hele devlet hiyerarşisi komple bir yutturmacaymış... Yazılı kültürün gelişemediği çorak topraklarda söylenen kocaman bir yalanın sadece küçük, ara parçasıymış. Devlet! Hiyerarşi! Rap rap rap! Tırışka...

Demokrasinin sadece oynadığımız bir oyun olduğunu gözümüze soktu! "Oyun kadar konuş" demokrasisinin bize yutturulmuş bir tablet olduğunu anladık. Yuttuk ama... Bir ara kendimizi iyi gibi hissettik. Tamamen psikolojik bir yan etkiymiş...

"Adalet mülkün temeli" değilmiş... Adalet, sadece "işine gelen" abuk sabuk bir şeymiş ama biz var sanıyormuşuz... Zaten mülk diye bir şeyin de olmadığını anladık. Kamu yararı, kentsel dönüşüm gibi sonradan icat edilen sihirli kelimeler karşısında mülk dediğin osuruk ağacı benzeri bir bitkiymiş... Üfle, uçup gitsin...

Kurumlar sadece yaldızlı kelimelerle binaların üzerine asılmış birer tabelaymış... Sayıştay, danıştay, tübitak (varsan üç defa kapıyı tıkla), üniversite, bilim, kıl, tüy, yün, orlon... Sonuçta yumuşak yastıklarda uyumuşuz... 

Yani bu 13 yılın sonunda bir çok şey öğrendik... Her şey yokmuş... Bir masalın başlangıcı gibi... Bir varmış, bir yokmuş. Zaten bu gerçeklikle sanallığı keşfeden de bizden biriymiş. Dağa kaçmış... Dağın koordinatları da yokmuş  çünkü yanmış bitmiş kül olmuş...

Koskoca yapı; kurumlarıyla, gelenekleriyle, temayülleriyle nakavt...   90 yılda oluşturulan güçlü imaj yerle bir... Bunu hepimiz gördük... Yakinen tanık olduk...

Şimdi...

Bu paramparça olmuş yapıyı onarmak mümkün değil... Ve ülkede yaşayan sosyalistinden sosyal demokratına  merkez sağından en muhafazakarına kadar herkesin düşünmesi ve son kararlarını verme zamanı gelmiştir.

Eğer birlikte yaşayacaksak, yeni sisteme birlikte karar verip birlikte kurmak zorundayız. Bir sistemin nasıl yerle bir olabileceğini, nasıl bir adamın keyfine hizmet edebileceğini artık iyi biliyoruz... Dünyada demokrasiyi bizden daha iyi kurabilecek bir potansiyel de şimdilik yok. Faşizmi en son dibine kadar yaşayan biziz...

Bundan da bir halt çıkaramazsak bana müsaade...

-geMici-

gemici@yandex.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...