20 Haziran 2012 Çarşamba

Birer birer...

Eksiliyoruz abiler... Sonbaharın rüzgarı koparıyor bizleri dallarımızdan, dağlarımızdan... İnatla direnmeye çalışsak da dökülüyoruz... Teker teker kopuyoruz bize can veren köklerimizden... Zamana yeniliyoruz! Yenilgilerimizin toplamından çok daha fazlasına direnmemize rağmen, zaman ezip geçiyor... Zamanın ağırlığına direnemiyoruz! Onca direnmemize rağmen... 


Korkmuyorum rüzgardan! 


Korkum, birbirimizden ayrılmak! Dökülmekten... Issızlığa yenik düşmekten! Heyecanlı tartışmalardan, sevgi dolu küfürlerden, ret edişlerden, rakılı tartışmalardan, ağzımızdan düşürmediğimiz "Hasta la victoria siempre, comandante"lerden, çocuklarımızın, aşklarımızın kokusundan, balığın özgürlüğünden, denizin tuzundan, fırtınalı gecede çakan fenerden, barınacağımız limandan uzak kalacağımdan korkuyorum... Sizsiz bir yere gitmek istemem kendi adıma... Birlikte olacaksak sorun yok!


Sofra  çok kalabalık olacak demektir... 


Soner abim, Özcan abim, Mahir abim, Deniz abim, Yusuf abim, Hüseyin abim, Sinan abim, Cevahir abim... İbrahim abim bizi bekliyor olacaklardır... Mutlaka yanlarında Ho Chi Minh olacaktır... Fidelle birlikte gideceğimizden bizi karşılayanlar arasında ol(a)mayacak :) Üzgünüm abi... 


"Fareler ve İnsanlar" üzerine yeni bir tuğla kitapla çalışırken bulursak John Steinbeck'i şaşırmam... Mutlaka yeni bitirmiştir Hemingway "İhtiyar Balıkçı"nın yeni versiyonu olan "Yeni yetme Balıkçı"ı... Düşlere yeni bir açılım açmıştır Verne! Denizaltı yetmez! "Kazdağları'nda 100 bin fersah"ın ilk nüshasını yazıyordur! "Kırmızı Pazartesi"nden öteye yeni bir yol bulunur elbette... 


Ressamlar da olmalı... Mettis, Gogen, Dali, Picasso, Çallı, Abidin... Osman Hamdi olmasa da olur... Hadi canım... Neden olmasın? Kaplumbağaları ben mi terbiye edecem? 


İnatlı gecelerden, inatlı sabahlardan, inatlı günlerden, inatlı aşklardan, inatlı dudaklardan uzak durmalı... Ezip geçiyor bizleri... Bu konuda bir kitap yazılabilir... Yazabiliyorsa buyurun... Ben korkarım!


Seviyorum hepinizi...


-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR... 


Tutkunun çocukları birer birer gidiyor... Güle güle Reşit Tümer...





9 Haziran 2012 Cumartesi

Başkanlık sistemi... Rezalet! Padişahım çok yaşa!!!

Başkanlık sistemini desteklemiyorum... Benim tercihim direk padişahlıktan yana... 


Padişahlığın bir çok avantajı var... Bir kere seçim yapmak zorunda kalmıyorsunuz. Seçim demek masraf demek. Ekonomiyi sarsmanın bir anlamı yok! Yani gereksiz masraf... Oysa padişahlık  sisteminde her şey olağan akışında devam ediyor. Babadan oğula... Ayrıca bilimsel... İş bilir babadan ve anneden hakikaten iş bilir çocuklar çıkar. Bizden çıkanların durumu belli...


Yaşama tutunmaları için sınavdan sınava koşacaklar... De ki kazandılar! Ne olacak? Bir kere 4+4+4 sisteminin ilk dördünde yeteri kadar sistemin verdiği "ahlak" ve "din" kurallarının içinde olacak mı olmayacak mı? Belli olmaz! De ki çemberin dışında kaldılar ve maazallah -yanlışlıkla- siyasete atılıp bir şey oldular... Ne büyük tehlike! 


Diğer yandan 4-5 yılda bir seçim yapmak harika bir  pazar günümüz heba olması anlamına geliyor... Düşünsenize... Pazar sabahı uyanmışsınız ama oy kullanmak zorundasınız. Oy kullanmazsanız ceza yiyeceksiniz! (Ben bu güne kadar ceza yiyeni görmesem de kanun bu.) Oysa ailecek bir piknik alanına gidip mangal yapmak varken ne gereği var pazar gününüzü zehir etmeye? 4-5 yılda bir olsa da gereksiz bir durum! Hayat kısa... Değerlendirmek lazım! Ayrıca pikniğe gittiğinizde mangalın yanında mutlaka loğusa şerbeti de içersiniz... Fecaat!


Padişah efendimiz (efendimiz diyorum çünkü içselleştirmek mecburidir.) malikanesinden dışarıya çıktığında onu karşılayan "yeni çeri" ocağının ileri gelenleri hep birlikte -içlerinden- haykıracaklar. "Padişahım çok yaşa! Senden büyük Allah var!" Padişah ne yapacak? Hayatına ve davranışlarına fren koyacak! Onu kim kontrol edecek? Tabi ki Allah! Sistemin güvencesi... Böyle bir sistemde padişahın hata yapma şansı var mı? Yok! Yeter ki yeni çeri gurubunun nefesi güçlü olsun... Sesini duyurabilsin! Gerisi yalan... 


Yeniçerileri kafalamak kolay... Hurafe dağıtırsın olur biter. Dağıtamıyorsan işgal ettiğin bir ülkeyi yağmalamalarına izin verirsin olur biter. Hakları ayrıca! 


Dönelim sisteme...


Yeniçeriler üstüne düşüne yapınca doğal olarak meclise de gerek yok. Bunun anlamı da şu: Gereksiz yere 2 yıl görev yapıp emekli olan bir kaymak tabakası kendiliğinden ortadan kalkacak! Milletvekilleri düşünsün... Bizim için hava hoş... En babamız 7-8 yüz lira emekli maaşı alır. Lakin iki yıl milletvekili olanın aldığını kimse alamaz... Devlet bütçemiz güçlenecek! Hazine bayram edecek!


Hukuk da kazanacak... Avukatlık, yargıçlık, savçılık, adliye kadrolarına gerek kalmayacak... İmamlar ne güne duruyor. Onlardan daha iyi adalet dağıtan olabilir mi? Bence de olamaz... Evet, görevleri biraz ağırlaşacak. Beş vakit camii görevlerine ek olarak aralarda "adalet" dağıtmak olacak. Üzülecekler, yorulacaklar ama buna değdiğini yakinen görecekler... Gece yataklarına huşu içinde girecekler. Rüyalarında ebabil kuşları görecekler.


Bu sistem içerisinde uykusu kaçan padişah efendimiz olacak! O kadar da olsun de mi? Sonuçta padişah! Efendimiz kendinden sonra gelecek adayı belirlemekte zorluk çekecek! Devletimizin bekaası onun doğru seçimine bağlı... Maazallah yanlış bir seçim hepimizi götürür...


Biz seçtik de ne oldu? Padişahım çok yaşa!


-geMici-
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...   

7 Haziran 2012 Perşembe

Mustafa R. Gürsel


Evet, şimdi yalnızım... Lakin benim de bir çok dostum var. Yalnızlığım sadece fiziksel. Yani mesafeler uzak... Dostlarımı istiflemem...


İlk kendimi bildiğimde Musa Köy'deydim ve donsuz dolaşırdım. Ne komik... (Demek ki alışkanlığım o yıllardan kalma... Komik olan bu... Yoksa bir çocuğun donsuz dolaşması değil.) Alirıza, Nihat, Nebahat... İlk arkadaşlarımdı. Galatasaray'lı da o yıllarda oldum. Arada sırada Alirıza'yı görürüm. Musa Köy'de köy kahvesi işletiyor. Nihat'ı da görüyorum... Bazen köyünü korumak için eylemde, bazen pazarda, bazen kentin sokaklarında.... Rüzgarın estiği yerde yani... Yüreğimde bir döküm gibi adları hala demirin sıcaklığında... Nebahat ne yapar bilmem. Oysa bir kaç adım uzakta sayılır. İnternet'in gözü kör olsun :)


Sonra kendimi Kirazlı'da hatırlıyorum... Aklımda sadece üç isim kalmış... Aygün, Mesut ve İsmail... Aygün'le bir devlet dairesinde karşılaştık, o beni tanıdı. Karşılıklı sevindik. Onunla bir arı hikayemiz var ki, evlere şenlik... Çocukluk işte... İsmail, belediye'de çalışıyordu. Ne zaman beni görse "abi" derdi... Çok yakın hissederdi, bir gün gömdük, gitti... Mesut adı sadece kafamda kalmış... Ne yapar, ne eder bilmem... Lakin evde iki çocuk olmuştuk! O çocuk kardeşimdi ama daha bana ayak uydurabilecek konumda değildi... Handanım çok küçüktü...


İmroz, benim çocukluk düşümdü... Ada deyince aklıma ilk gelen tropikal ormanlar, vahşi yerel halktı... Vahşi olan tek şey adaya ulaşmaktı ve bunun ilk örneğini evin yeni üyesi kardeşimi gemide unutmak oldu... Liman yoktu, gemiden motora binilir, küçük balıkçı barınağında inilirdi. 


Adada ilk uyandığım sabah perdenin aralığından beklediğimden çok başka bir coğrafya gördüm... İlkokulu okudum... Arkadaşlarım Fedon, Hakan (Vural), Özcan (İlk Türk Belediye Başkanının oğlu), Haluk, Levent, Ali (Fotoğrafçı) ve Rahmiydi... Sonra Ortaokul'a başladım...


Camcının kızına herkes gibi sanırım ben de aşıktım. Ben avantajlıydım çünkü sınıf arkadaşımdı. 3.cü sınıfta kalınca hayatım değişti. Zaten sınıfın en arkasında otururdum, göremezdim. Kalınca sınıfta her şeyi görmeye başladım. Sanki sınıfta kalmamıştım da yıldırım çarpmıştı... Ya da kamyon!


4-5. sınıfta Sündüs hanım öğretmenim oldu. Üstüne üstlük baban "Kaçakçı Şahan"ı almıştı... Dünya belki hala dönüyordu ama artık farklı dönüyordu! Aşağıdakiler vardı... Yukarıdakiler vardı... Bazıları eşitti, bazıları daha çok eşitti... Farkında değildim ama siyasi tercihlerim oluşmaya başlamıştı. Adaya gelen filmleri -hemen hemen tümünü- seyrediyordum. Kışları sonra mezun olduğum Atatürk Öğretmen Lisesi'nde, Yetiştirme Yurdunda, Kahveden bozma Belediyenin sinema salonunda sinema eğitimi alıyordum. Hepsini de Sinemacı Namık amca gösterirdi. Bir de onun damadı Erdoğan abi... Erdoğan abi gündüzleri terzi, geceleri makinistti... Yazları da Namık amcanın yazlık sinemasında ve Merkez ortaokulunun karşısındaki yazlık sinemada geçerdi...    


Ortaokulda Dostlarıma Hızır katıldı... Altı yıl aynı sırada okuduk... Benim diğer yanım babamdan dolayı Yetiştirme Yurdu'ydu... Oradan da bir çok arkadaşım vardı... Sonra o arkadaşlarımla birlikte Atatürk Öğretmen Lisesi'ne gittik... Bizi aldılar. Komple aldılar. Bir yıl sonra da yatılıya... Kimler yoktu ki; Nazım, Hızır, Mustafa, Ahmet, Salih, Hasan... 


Yıl; 1977-1978 öğretim yılı... Bizler güzel ve çalışkan çocuklardık, okuyorduk bugün olduğu gibi...          Vedat, Yakup, Şakir, Ender, Rahmi, Şinasi, Ali, Müjdat say say bitmez... Sadece kendi devremden bir kaçı... Alt sınıflardan kardeşlerim, üst sınıftan abilerim...


2012 yılının Haziranın başında okulumuzda buluştuk... 400'e yakın kişi... 300 Spartalı gibiydik!


Sanırım uzun bir öykü olacak dostlarımın öyküsü... Oturup yazmalı! Kocaman bir kitaba sığmayacak "çocukların" öyküsünü... 


Fonda değişen Türkiye...


Mustafa R. Gürsel nerede derseniz onu da kitapta okuyun derim... Komutan buralarda bir yerde yatıyor... Bir dağılışın öyküsü gibi... Kimi Amerika'da, kimi Kangırlı'da, kimi İstiklal caddesinde, kimi Uzunkum'da... Dağınık, toplanamayan bir öykünün parçaları gibi...


-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR.... 

600 sadece bir rakam değil!

"Parasız eğitim istiyoruz. Kazanacağız" dediğinde 8,5 yıl yersin. Öğrencisin sen... Senin abilerin bizler YÖK kurulduğunda "YÖK'e hayır!" dedik 8,5 cop yedik. yalnız copun modeli de 82 modeldi. Nerede şimdiki coplar... Hele hele biber gazı dediğiniz şeyin adı yoktu. Bilim-kurgu gibi bir şeydi bizler için... 


Sonra parasız saadet olmaz dediler, bindirdiler paralı eğitimi... Bu para meselesi yeni bir şey değil yani. Pek muhtemel bugün iktidar milletvekillerinden bazıları da o yıllar paralı eğitime karşı yapılan eylemlerin içindeydi. Aradan 30 yıl geçince bellek kaybı da normalleşiyor anlaşılan...  


Protestocu öğrencilerin içeriye atılması olağan bir durum. Bu her dönem aşağı yukarı böyle oldu. Sadece şiddeti zaman içerisinde değişiklik gösterdi. Esas tehlikeli durum üniversite yönetimleri ve öğretim kadrolarının bu durumu onaylamasını gösteren derin sessizlikleri ve derin destekleri... Hatta bazı rektörlerin öğrencileri tehditte varan tutumları... hatta üniversitelerin kapılarını protestocu öğrencilerin yüzüne kapaması. Okuldan atmaları...


Bilim özgürlüktür... Bilim özgür kafalarla yapılır... Bilimin olduğu yerde özgürlük yeşerir... Korkulan bu mu acaba? 12 Eylül'den önce üniversiteler özerk bölgelerdi. Güvenlik güçleri giremezdi. Şimdi roller değişti... 


Gençlik ve protesto birbirini tamamlayan iki kavramdır. Protesto etmeyen genç değildir zaten. Bizler gibi yorgun, bitkin, arayışını bitirmiş, ununu elemiş eleğini asmış tipler değildir. Genç, hayatının bu en dinamik döneminde toplumun en itirazcı kesimidir. Sonuna kadar da taleplerinde haklıdır. Ayrıca haksız olsa da yine protesto edecektir. Bunun adı GENÇ... Gençlik yıllarınızı ne çabuk unuttunuz!  


Sindirilmiş, hapsedilmiş, törpülenmiş bir gençlik ileride bu ülkeyi nasıl yönetecek? Korkakların, tırsıkların, düşünme özürlülerin ileride sizi yönetmesini ister misiniz? Ben istemem... Sosyalist solun üzerinden 32 yıl önce geçen silindirden sonra toparlanması zaten bir  yüzyıl mümkün değilken bu yıldırma, sindirme politikalarının hala "sürdürülebilir" olması düşündürücü... 


600 öğrenci içeride... 


1-2 Haziran tarihlerinde Gökçeada'daydık... Gökçeada Atatürk (Anadolu) öğretmen Lisesi Mezunları toplantısındaydık. (Övünmek gibi olmasın ben de 81 mezunuyum. Resmi kayıtlarda 82 yazar :) ) Gelenler arasında -neredeyse- en gençleri bizlerdik. Bizler de 50 yaşındayız... Sağdan soldan her düşünceden mezunlardık. Hala dinamik, hala bomba gibiydik. Bıraksalar bir kez daha sıfırdan başlardık. Her ne kadar biyolojik yapımız sağdan soldan fire verse de hala dimdik ayaktaydık... Aramızda hukukcular, mühendisler, yazarlar, Kamu yöneticileri, öğretmenler,işçiler, sendikacılar aklınıza ne gelirse vardı... Hepimizin ortak paydası aynı okuldan mezun olmak değildi sadece! Düşünsel olarak -her şeye rağmen- herkesin bir bakış açısı, bilime olan inancı, kişisel aklı vardı! Tüm bunlar yetiştiği sürecin dinamiklerinin bir sonucuydu...


Baskı yok muydu? Vardı! Ezilmedik mi? Hem de sapına kadar! Yine de 350-400 kişi bir araya geldik, gözlerimizdeki ışık parlıyordu...    


Atın içeri çocukları... 600 yetmez! 600 bin yapın! bakalım gelecek nasıl olacak! Bizi kim yönetecek!


Yani anlaşılan şu ki, 600 yetmiyor.... 


-geMici-
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...