18 Eylül 2011 Pazar

Yoldaşlarım....

Yoldaşlarım...

13-14 yaşımda çıktığım bu yolda asla kendimi yalnız hissetmedim. Biliyorum... 16 yaşındayken sizlerle tanıştım. Siz yoldaşlarım, bana kardeş oldunuz. Anne ve Baba oldunuz. En zor ve en kolay günümde hep yanımda oldunuz. Kimseyi yalnız bırakmadınız....

Yoldaşlarım....

Bizler çocuktuk.... Tutkuluyduk! Devrime inanmıştık! İktidarı istiyorduk! Yaşlarımız daha “idam” edilme yaşında bile değilken, astılar Erdal Eren yoldaşı...

Yoldaşlarım...

Artık hüzün toplamıyorum... Anılarımı da gömdüm! Hepinizi anımsıyorum! Yüzlerinize dokunuyorum. Duygularınızı okuyorum. Korkmadığınızı biliyorum. Yıprandığınızı, yorulduğunuzu da... Umutlarınızı gömdüğünüzü de...

Yoldaşlarım...

Hikayeyi biz başlattık! Sadece biz sonlandırırız... Bu son büyük bir zafer olmayacağını en az sizler kadar biliyorum. Savaşacaksak zaman şimdidir. “Pes etmemek” bizim yazılmamış tarihimizdir.... Yenilgilerin külleri üstümüze düşen kar taneleridir...

Yoldaşlarım....

Adlarını verdiğimiz çocuklarımız bir gün olur da bizleri anımsarsa, ne için hayat topladığımızı da anlayacaklardır.

Yoldaşlarım...

Hepinizi hatırlıyorum.... Sizleri seviyorum.... Yalnız olmadığımı iyi biliyorum... Yoldaşlarımın arasındayım!

Sofranız bu!

Ve hala biz "o umudun" çocuklaryıız...

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...

12 Eylül 2011 Pazartesi

Beyin göçü…


Bizim zamanımızda çok sarf edilen bir kelimeydi… “Azizim, beyin göçünü önlemek lazım.” gibilerinden Türkiye’nin önünü açacak sihirli bir formülmüş gibi her iki konuşmadan birinin ana temasını oluştururdu…

Hatta hatırlarım 1974 yılında Türkiye’nin Kıbrıs çıkartmasının başarısı bu beyin göçü hikayesine bağlanmıştı. Rivayete göre, yıllar önce Amerika’ya yerleşen “Türk Bilim Adamı” açıktan anlatamadığı, veremediği napalm bombasının formülünü bir yemekte çaktırmadan bizimkilere veriyor… Nasıl mı? Sofrada kuru, pilav, salata, hoşaf falan var… Her biri farklı bir kimyasalı temsil ediyor. Üç kaşık kuru, beş kaşık pilav, bir çatal salata (Çoban salatası), yedi kaşık hoşaftan alıyor… Bizimkiler de bunu kafalarına yazıyorlar. Memlekete dönüp, napal bombasını yapıyorlar… Bu hikaye anlatılarak memleketimizi terk etmiş değerli cevherlerimiz anılır, onları memlekette tutamadığımıza hayıflanırdık.

Şimdi öyle değil… Beyin göçü denince bambaşka bir şey anlaşılıyor: “Kadının dırdırına, triplerine, taleplerine, mızmızlığına dayanamayan adamın, başka bir kadının peşine takılıp gitmesine "BEY'in göçü" denir” gibi…

Her ne kadar yukarıdaki 1974 öyküsünü yememişseniz de bunu yemeniz mümkün değil… Aradan geçen 37 yılda toplumsal farklılığımız da iyiden iyiye fark edilir olmuştur. Ne alakası var demenin de bir alakası ne yazık ki yoktur…

Şimdi ben de memleketi terk edip gitsem arkamdan hangisi söylenebilir diye düşündüm… Bir beyne değil de hakikatli bir rakı göbeğine sahip olmamdan dolayı benim uluslar arası arenada fiziki yer değiştirmem “beyin göçünden” çok “göbek göçü” diye anılacağını sanıyorum. “Vay be, duydun mu? Gemici de memleketi terk etmiş. Hakikaten değerli bir göbek adamıydı. Memleket için büyük kazanç. Kıtlık sorunu da otomatik olarak kalktı…” cümleleri dostlar tarafından sohbetlerde espri konusu olacaktır. Hakikaten üzülenler de olacaktır, mesela: “Diageo (İngiliz alkol devi)”

Bu arada “Yeni Rakı” da damlaya damlaya ağlayacaktır. Umarım… İngilizlerin kucağına gittikten sonra yaşanan “yeni rakı göçü”ne de değinmek isterim… 300 milyon dolara devletin sattığı, daha sonra 800 milyon dolara Mey’in aldığı ve de en sonunda 1,5 milyar dolara Diageo tarafından el konulan “”yeni rakı” sizce birkaç yılda nasıl oldu da 300 milyon dolardan 1,5 milyar dolara fırladı? Memlekette tüketim mi arttı? Hem de bunca engellemeye rağmen, bunca mahalle baskısına rağmen, ve de bunca muhafazakarlaşmaya rağmen…  Yoksa zamanında ucuza verilip, haramdan kurtulma bahanesiyle arada bir çeşit “beyin göçü” mü yaşandı?

Orta –Doğu birbirine girmek üzereyken, bir beyin göçü evladımız bize gizli bir formül vermeye kalksa, otursa bir masaya… Hamburgerden bir ısırık alıp, koladan birkaç yudum üplettikten sonra, “elma pay” dan aldığı yarım ısırıktan ne gibi bir gizli formül çıkar merak ettim doğrusu…

Adam gibi oturup da soğutulmuş rakısından bir yudum alıp, ardından lakertasından şöyle kalevi bir yudum alıp, deniz börülcesine saldırıp, iyi ızgara yapılmış palamutundan mideye indirip, uzun uzun düşlere dalsa, bizimkiler burada anında atomu parçalarlar…

Bir gün hepimiz göçeceğiz… Nasıl bir göç yaşayacağımıza zaman tanık olacak!

-geMici-

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR… 

8 Eylül 2011 Perşembe

“Hayat merhametsiz. Öbür dünya niye farklı olsun ki...”


Sıradan masal filmlerini bile seyretmeyi çok severim. Sanki A.Ü. İ.B.F. Sinema tv bölümü mezunu değilmişim gibi... Her türlü film seyredebilirim. Yeter ki seyredilebilir olması koşuluyla... (Aslında olmasa da olur...) Düzeyi belirleyen akademik yaşamım değil, filme bağlıdır. (Seçil Büker'i saygıyla anıyorum...) Zaten böyle bir bölüm mezunu olmamın tek nedeni “filmleri” sevmem...

Çocuktum... Hatta okula bile gitmiyordum... Babam Çanakkale Kirazlı Bölge İlkokulunda müdür yardımcısıydı. Okulun film gösterim makinesini de o kullanırdı. (Sanırım müdür için seviyesiz, öğretmenler için de çok mühim bir işti. Onların arasındaki müdür yardımcısı babama bu işi müdür yardımcısı olduğu için vermişlerdi.) Ben filmlerle o yıllarda tanışmadım. Daha öncesi de vardı...

Daha öncesi Kangırlı Köyü'ydü... (Şimdi orada yaşıyorum...) Kaytanla -bir tür ip- çalıştırılan bir jeneratör; “pat pat pat” diye çalışmaya başlar, Kösten'in sinema salonu ve hemen önündeki bir kaç ampul karanlıktan aydınlığa dönerdi. Elektrik enerjisi ampule ulaştığında alkor telleri kızarır, tek tek görünür, jeneratör bir kaç saniye sonra ritmini yakaladığında ortalık apaydınlık olurdu. Bundan olacak “Cennet Sineması” (Nuovo Cinema Paradiso) bana o kadar da muhteşem gelmemişti.  Hatta “Benim Sinemalarım”ın yanında ucuz bir yapım bile sayılabilirdi. Ben zaten filmlerin cennetindeydim... Okumayı bilmeden film seyrediyordum! Yanlış anlamayın. Benim bahsettiğim yıllar 1960 yılların ikinci yarısıydı... Zaten üçüncü sınıfta okumayı sökmüştüm... Aslında görüntüyü daha iyi okuyabiliyordum.

Kirazlı'dan sonra şansım azalmadı... Daha da arttı! Babam İmroz'a sürgün oldu... Babamın tercihi mükemmeldi. Önüne konan üç sürgün yerinden; “Madem sürgün gidiyorum en kötüsü olsun” diyerek İmroz'u seçmişti... Harika bir seçim... Lakin babamın yaptığı çoktan tercihli hata(!) beni sinemaya sürüklemek olmuştu ve o bunun farkında değildi. Aslına bakarsanız rüzgarların beni sürüklediği maceraların ben de farkında değildim...

İmroz'un ışığının farkında değildim... Bir ada özgürlüğüydü. İki yazlık sinema... Kış aylarında Yetiştirme Yurdu'nda oynayan Cuma akşamı seansları, Öğretmen okulunda oynayan Çarşamba gecesi, Cuma gecesi, Cumartesi, Pazar gündüz gösterimleri tam anlamıyla bir şölendi...  Bazen bir filmi 3-4 defa gördüğüm oluyordu.

Yazlık filmler hariç neredeyse hiç para ödemezdim... Dokunulmazlığım vardı. Ender olarak verdiğim paralardan hatırladığım: Mezun olduğum öğretmen lisesinde daha 8 yaşındayken verdiğim 35 kuruş... Yine aynı yerde verdiğim 75 kuruş ve sonrasını hatırlamıyorum...

Yani ben hep film seyrediyordum... Şanslıydım çünkü doğduğumdan beri film ve suyla iç içeydim...

Su mu?

Evet...

Çocukluğumdan, gençliğimden, şimdiki halimden hatırladığım hep deniz... Çocukluğumda adadan Çanakkale'ye gelirken Deniz gezmiş adı duyardım. Bir adamın nasıl denizde gezdiğini aklım kesmezdi. Sorardım. Sustururlardı. Büyüdüm... Hala anlamadım!

Ve de filmler...

Karayip Korsanları 2: Ölü adamın Sandığı...  Bu felsefi cümle bu filmden... “Hayat merhametsiz. Öbür dünya niye farklı olsun ki...” Dedim ya tüm filmler muhteşemdir. Yeter ki izleyin!

Bir de sizin filminiz var... (sinema demediğimi şimdi anladınız mı?)

-geMici-
gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...  (Filmler kişiseldir... Sinema bir ritüel...)

4 Eylül 2011 Pazar

Mayıs... Eylül... Başka mevsimler...

Ben kendimi hiç 48'imde hissedemedim. Evet, 1963 doğumluyum... Hatta 48'imi de biraz -bir kaç ay- geçmiş durumdayım. Bu yazıyı 8 Eylül'de yazmış olsaydım ki, bugün 4 Eylül tam 48 yıl 4 ay olurdu. Bu tarihten 4 gün çıkarırsanız: 48 yıl, 3 ay 27 gün olur... Birkaç günün ne önemi var... Boşuna doğum günümü hesaplamayın. Ben yazayım: 8 Mayıs 1963...

Mayıs ayını severim... Sadece doğduğum ay olduğu için değil aynı zamanda işçi sınıfının dayanışma gününün de bu ayın başlangıcı olduğu için. ( 1977'yi yazmama gerek var mı? 14 yaşında bir devrimciydim. Bugün olduğu gibi... Hadi yaşamımın DEV-YOL'unu da ekleyeyim.)

Bütün bunlar da yetmez... Babamın da doğduğu ay... 15 Mayıs 1940... Yine yetmez! Evlendiğim gün de 18 mayıs 1994... Yani bir Mayıs günü... 18 Mayıs aynı zamanda İbrahim Kaypakkaya yoldaşın da ölüm yıl dönümü. Katledeni de yazmak gerekir: Fehmi Altınbilek! Ayrıca Ulusal Kurtuluş Ayaklanmasının da bu ayda olduğunu hatırlatayım: 19 mayıs 1919... Bu tarih aynı zamanda kapitalizmin açık işgalden kapalı işgale geçiş tarihidir...

27 Mayıs hakkında bir çok şey söylenebilir... Sonuç: hala tartışmaların devam ettiğidir... Adımı da bu tarihten aldım: “Salim Başol...” Adımla hep gurur duydum! 48 yıldır bu adla yaşadım! 48 yıldır dik durmaya çalıştım. Durdum da...

Bir çok salak adımdan dolayı bana eza çektirmeye çalışsa da yaptıkları ıvır zıvır geldi... (Kendilerine öğretmen falan derlerdi. Faşistin öğretmeni mi olur? Olmuyor da... Salağın biri de felsefeciydi, felsefenin semtine uğramamış!) Teslim olacak karakterde değildim, asla olma olasılığım da yok! Mümkün değil çünkü yetişme koşullarımın temelini “edebiyat” oluşturuyor...

Oğlumun adını da tarihten aldım: Çe Tonguç... İsmail hakkı Tonguç'u saygıyla anıyorum. O benim, babamın ikinci babası: “Tonguç Baba...” Bir ulusun makus tarihi değişebilirdi ama ne yazık ki kapitalizm izin vermedi. Nasıl 12 Eylül faşizmi solu ezdiğinden pişmansa, kapitalizm de “Tonguç Baba'yı” öldürdüğünden pişmandır... Eğitim üretim içindir! Peki, ya şimdi? Yazık! “Çe” mi? O benim Karayip'lerde saklı devrimci ruhumdur...

Her ne kadar Hüseyin Cevahir'in ölüm tarihi 1 Haziran olarak tarihe geçse de benim için Mayıs'tır... Çünkü benim gençliğimde anma 31 Mayıs gecesi duvarlara yazı yazmakla başlardı: “Mahir Hüseyin Ulaş, Kurtuluş'a Kadar Savaş...” Buradaki Hüseyin, Hüseyin Cevahir'dir... 1950 doğumludur ama benden küçüktür. Öldüğünde sadece 21 yaşındadır... Ben 48! İki katından 6 yıl fazla... Ne kadar çok büyümüşüm... Oysa 1971 yılında sadece 8 yaşındaymışım... Ben Cumhuriyetin 50. yılını da hatırlıyorum... O gün hastaydım... Ateşliydim... Boyunlu krem renk bir kazakla kutlamalara katıldım. 50. yıl marşını da bilirim... “Erdik Cumhuriyetin 50 şeref yaşına...” diye...

Bir yanım hep Cumhuriyettir... Diğer yanım devrimci! İçimde başka bir fırtına... Emingway'den London'a, Stainback'ten Slovhov'a... Oradan Ostravskiye... Geç oradan Jules Verne'ye. Atla İngilizlere ve de Fransız romantiklerine... Alman düşünce adamlarından, yine Alman Wagner'e... Kafka'dan sıkıcı James Joyse... “Benim Üniversitelerim”den “Peygamberin son beş günü”ne... Hemen onların önünde “Tutunamayanlar,” yanında şık elbisesiyle Charles Dickens... Sahi bu denizlerden “Beyaz Balina” geçmedi... Lüfer intihar etti, palamut can çekişmede, yerli pullular çoktan lüks restauranlara kurban... Rakı zevksiz... Denizin kokusu bile sadece kitaplarda... Aziz usta'yı, Yaşar kemal'i, Orhan Pamuk'u, Sabri Kuşkonmaz'ı...

“Bir Gün Tek Başına”...

Sanırım bu Eylül'de o gün geldi... Hakikaten “Bir gün Tek Başına”... Kendimi ilk defa bir Eylül günü Vedat Türkali gibi hissediyorum... Oysa en çok sevdiğim mevsim: EYLÜL...

Bir eksik var ama ne?

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...

Diktatörler ve sosyal güvence mevzusu... (Kısaca; emeklilik hakları ne olacak yani?)

Diktatörlerin neden sonuna kadar direndiğini çözdüğümü sanıyorum... Bu çözümü CIA, MI6, MOSSAD, MİT, FSB (Eskisi KGB) ve diğer istihbarat örgütleriyle -yoksa teşkilat mı demem gerekiyor?- paylaşmak isterim... Çünkü bu iş çığırından çıkmışa benziyor... Zaten bu soru hep aklımı kurcalamış, hatta bir muammaya dönüşmüştür...

Örneğin Mübarek... Mübarek; (“Mübarek adam” gibi tv şakası yapmayacağım.) Enver Sedat'ın 6 Ekim 1981 yılında bir suikast sonucu ölmesinden sonra iktidarı ele almış, lakin rahmetli Enver Sedat'ın dönmesi yakınlaşmasına rağmen bir türlü iktidarı bırakmamıştır... İktidarı bıraktı da ne oldu? Zavallı adamcağız bir hapishanede yaşamını sürdürmeye çalışıyor... Mahkemede ise bir sedyede yatıyor ve yargılanmasının bitmesini bekliyor. Peki, bu arada Mısır'ın yeni iktidarı ne yapıyor? Onlar paranın peşinde...

Zavallı Mübarek otuz yılda gıdım gıdım biriktirdiği, çaldığı paraları “bir gün olur da iktidardan düşerim” düşüncesiyle Amerika ve İsviçre Bankalarında biriktirdiği “emeklilik güvencesi” paralarını geri istiyorlar... Kim istiyor? Bugünkü Mısır Hükumeti... Olacak iş değil(!)

7 Eylül 1969 yılında Libya Kralı Türkiye'de zamparalık yaparken Hukukçu asker Muammer el-Kaddafi bir darbe yaparak iktidara geldi... Bütün yabancıları -özellikle İngilizleri ve Yahudileri- Libya'dan kovarak iktidarını perçinledi. Tam 42 yıl Libya'yı yönetti... Sonra? Bugünlerde tanık olduğumuz iktidar değişimi yaşandı... Hoş, daha ne olduğunu pek anlamış da değiliz ya, neyse... Kaddafi ortalarda yok. Çoluk çocuk Cezayir'de... Avrupa ve Amerika tüm paraları dondurmuş durumda... Kimin paralarını? Bundan sonra doya doya emekliliğini yaşaması gereken Kaddafi'nin paralarını... Yazık!

O paralar olmazsa Kaddafi bundan sonra zaten yaşayamaz. Yakalansa ne olur yakalanmasa ne olur... Sokak sokak Kaddafi'yi arıyorlar. Bence aramalarına hiç gerek yok. Para olmayınca, kırk iki yıllık şatafat olmayınca zaten Kaddafi'nin yaşama şandı yok! Çocuklar bolluğa alışmış, bizim çocuk gibi bir kaç liraya tav olmazlar ki... “Baba para” deyince Kaddafi en az bir kaç milyon dolar tokalamalı. Hanıma 20 TL verip Cuma Pazarı'na da yollayamaz ki, bizim gibi... Kaddafi'nin durumu çok feci. Evli ve çoluk çocuk sahibi okuyucular ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır...

Tunus'da bir “yasemin devrimi” yapıldı Zeynel Abidin Bin Ali 23 yıllık iktidarını bırakıp gitti... Uçağa binerken eşinin; “Salak, senin bu işi yapamayacağını biliyordum. Gül gibi iktidarı bırakmak zorunda kaldık. Bin şu uçağa” dediği söyleniyor. Kadın yerden göğe kadar haklı... Zeynel Abidin Bin Ali'nin Suudi Arabistan'da olduğu sanılıyor. Onun da paralarına el kondu. Lakin kadın uyanık çıktı. Anlaşılan o ki emeklilik sandığını Amerika ve Avrupa gibi iktidardan iktidara kucak değiştiren ülkelere değil de Suudi Arabistan'a yatırım yapmış... Doğru tercih! Her başarılı adamın arkasında bir kadın vardır dedikleri bu olsa gerek... Lakin kadının uçağa binerken söyledikleri çok düşündürücü...

Bütün bu örnekleri uzatmak mümkün... Görüldüğü gibi diktatörler iktidardan düşünce ortalıkta dımdızlak kalıyor. Ne bir sosyal güvence ne bir başka bir şey. Tabii benim gördüğümü onlar da görüyor ve iktidarlarını kaybetmemek için ellerinden geleni yapıyorlar... Yıllar içinde çaldıklarına Amerika, Avrupa ve İsviçre el koymasa belki de bu kadar direnmeyecekler. İktidar değişimleri daha yumuşak olacak. “Ulan yükü tuttuk. Bundan sonra biraz keyif yapıp, hayatın tadını çıkartayım” deyip, bir gece uçağa binip tüyecekler... İçinde bulundukları koşullarda sonuna kadar direnmeleri bence onları haklı kılıyor...

Beşer Esed tabi ki direnecek... Bu koşullarda yapabileceği başka bir şey yok. Çocuk, sarayda yetişmiş. İktidarı babasından almış. Bırakıp gitse, “inşaatta çalışırım" da diyemez. Bugüne kadar sadece diktatörlük yapmış, bu alanında uzmanlaşmış... “Sana yeni bir ülke bulduk. Gel bunlara diktatörlük yap. Tepe tepe yönet” de diyemeyeceğimize göre... Esed sonuna kadar direnecektir...

Yatıp kalkıp durumumuza dua edelim... En azından “emekliliğimiz” falan var. Çok sıkışırsak köyden tarhana, bulgur da gelir. Daha ne istiyorsunuz. Hayatta züğürt diktatör olmak da var.

Yırttınız... Verilmiş sadakanız varmış! Ha unuttum! Unuttum dedim ya... Yazmayacağım! Unutmuşum işte... Tanıdıkları atlıyorum unuttum manasıyla...

-gemici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...