31 Mart 2016 Perşembe

“Sosyal Medya…”

bizim zamanımızda da vardı. Hem de 36 yıl önce. Nasıl bugün gençler internetteki feysbuku, tivıtırı kullanıyorsa, biz de umumi tuvaletlerin kapı arkalarını kullanırdık. 12 Eylül kıskacındaki gazeteler bugün olduğu gibi doğru dürüst haber vermek yerine abuk sabuk haberler yaparlardı… Biz de kendi sosyal medyamızı kullanırdık.

Daha “internet” sözcüğü ve onun alt ürünü “sosyal medya” kavramı keşfedilmediğinden kendi sosyal medyamızı kullanırdık. Birçoğumuz “Tosun” sahte ismini (nickname) kullanırdı. Baskı döneminde bu “Tosun” çok meşhurdu…

O günün iktidarına veryansın edilirdi. Aynı bugün olduğu gibi ama o günün iktidarının aklına kapıları söküp gitmek gelmezdi. Ya da umumi tuvaletleri toptan kapatmak hiç ama hiç aklına gelmezdi. Şimdi çart diye “sosyal medyayı” kapatıyorlar…

Yavaşlattıkları da oluyor. Tabi bizim zamanımızın baskıcı iktidarının aklına yavaşlatmak diye bir şey de gelmezdi. Kapıları yavaş mı kapatacaktık yani? Ya da aralık falan mı bırakacaktık? J

Bizim Tosun, doğuştan muhalefetti… Hatta o kadar muhalefetti ki, kendi yazdıklarını okuyana da giydirirdi. O kadar muhalefetti… Tuvalet kapıları herkese açıktı. İsteyen istediği gibi “mesajını” yayardı. İktidar yanlıları da çaktırmadan “Tosun”u uyarırdı: “Yazı yazma helaya, başın girer belaya, götürürlerse merkeze…” diye inceden tehdit dolu mesajlarını bırakırlardı…

Hatırladığım kadarıyla o yıllarda “hakaret davaları” çok yaygın değildi ya da keşfedilmeyi bekliyordu.

Her kuşak kendi mecrasını bir şekilde yaratıyor. Kullanma biçimleri, mesajları da kendi zekalarıyla doğru orantılı.

Bugün 1 Nisan Cuma… Sosyal medya zaman zaman yine yavaşlayacaktır. Pek muhtemel küçük bir mesajı bile paylaşmak çok zaman alacaktır. E, ne de olsa bugün Can Dündar ve Erdem Gül’ün mahkemesi var…

Bir gazetecilik davasından çoktan çıkan bu vakanın sonuçları sadece iki kişiyi ilgilendirmiyor… Bu dava çoktan gazetecilik davasının ötesine geçmiştir. Mahkemenin vereceği karar “demokrasimizin” sonuç davasıdır.

Tamam mı devam mı davasıdır…

İlerideki süreçlerde “sosyal medyanın” var olup olmaması bile buna bağlıdır.

Yeni iletişim kanallarını da yeni kuşaklar bulacaktır. Bugünün ultra sosyal medyası yerine bizim zamanımızın konvansiyonel medyasına mı dönülecek yoksa daha ileri bir teknolojik devrime mi uzanacağız…

Bir şekilde tarihe tanıklık etmeye devam ediyoruz…

Her şey 1 Nisan şakası gibi! 

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

28 Mart 2016 Pazartesi

Ambale olduk

Gündem hızlı… Bombalar, doğuda operasyonlar, her gün gelen şehit haberleri, kadına şiddet, çocuk tacizleri, gazeteci tutuklamaları… Birine yoğunlaşırken diğeri patlıyor. Güne başlarken ki gündemle akşamın gündemi arasında beş kere gündemimiz değişiyor. Nereye yetişeceğimizi şaşırdık.

Belki de istenen bu… Kaos!

Şimdi de trafik kazalı saldırılar başladı… İlk örneğini Ahmet Hakan’da gördük. Olay bir trafik kazası görünümünde ama işin aslı öyle değil. Ahmet Hakan’a dört kişi birden saldırdı. Aynı tezgahı Düzce’de CHP il başkanına yapıldı. Bire bir tıpkısının aynısı…  

Birilerine gündem yetmemiş olacak ki, şiddeti yerelleştirip sokağa çekmeye çalışıyorlar. Biz bu senaryoyu 80 öncesinde de tanık olmuştuk ki, dış basında çıkan iki “darbe” olasılığı yazısına yandaş medya dört elle sarıldı: “Gördünüz mü bak, dünya liderine neler tezgahlıyorlar” yeni bir mahrumiyet yaratmanın peşine düştüler…

Zaten bu mahrumiyet edebiyatı hep tuttu… Bu sefer de tutar mı bilmem. Tezgah aynı tezgah… Lakin kimse “kim darbe yapar?” sorusunu sormuyor… Darbe yapacak kişilerin ya da kişinin elinde esaslı bir güç olmalı… Böyle bir güç kimin elinde var?

Doğru soru sorarsanız doğru cevaplara da ulaşırsınız…

Darbe güç işidir… Gazetecilerin elinde böyle bir güç yok ama darbe teşebbüsünden yargılanıyorlar. Aynı tezgahı Ergenekon davasında da yaptılar. Memleketin yetişmiş kadrolarını tasfiye ettiler. Rus uçağını düşüren pilotu da “paralel” demekten utanmadılar.
Ortaya bir torba koyuyorlar… Muhalif misin, koy torbaya… Torbada kimler var? Gazeteciler, sosyal demokratlar, solcular, demokratlar, aydınlar, yazarlar, sanatçılar, akademisyenler, paralelciler, milliyetçiler…

Torbanın adı da uzun… Darbeci, vatan haini, silahsız terör örgütü diye uzayıp gidiyor… İtiraz mı ettin, koy torbaya… Sonra gelsin “görün bak neler yapacağız” tehditleri…  

Biz de “bakalım bize neler yapacaklar” beklentisi içinde bekliyoruz… Ne bekliyorsak…
Gelecek üzerine herkesin bir beklentisi var. Boşuna bir beklenti… 1960 Anayasası bu memlekette yapılmış en demokratik anayasaydı. Ömrü 1972’de bitti. Kalan birkaç hak da 80’de koparılıp atıldı. 60’tan sonra yapılmış tüm revizyonlar geri adımdı… Bir ülke de tüm bunlara seyirci kaldı.

Çünkü hiçbir hakkı mücadele sonrasında almamıştı… Bir tek şeyi savaşarak almıştı o da Cumhuriyet…

Cumhuriyet’e yapılan her saldırı karşısında bir direnç buluyorsa bundandır… Cumhuriyet ve onun kazanımları bu topraklarda kök salmıştır. Bütün itiş kakış da bu noktada düğümlenmiştir…

Düğümün nasıl çözüleceğini ya da kesileceğini de hep birlikte tanıklık edeceğiz…
Bu saatten sonra da şemsiye açacak değiliz…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…


23 Mart 2016 Çarşamba

Acayip bir şey…

Elin Almanı okul kapatıyor, yetmiyor konsolosluğunu da tatil ediyor… Gerekçesi “can güvenliği”ymiş, her an için bomba patlayabilirmiş… Allahtan memleketin valisi var da yüreğimize su serpiyor; “nereden duymuşlar” deyip almana veriyor cevabı!

Aradan iki gün geçiyor IŞID patlatıyor canlı bombayı, 5 ölü 20 yaralı… Arkasından açıklamalar, açıklamalar, açıklamalar… “Teröre boyun eğmeyeceğiz” falan filan bir de baktık Galatasaray-Fener bahçe maçı önce seyircisiz oynatmaya karar verilmiş sonradan külliyen iptal…

Danimarka, Fenerbahçeli futbolcusuna “dön” diyor… Elin Danimarkalısı nereden bilecek memleketin güllük gülistanlık olduğunu. Yandaş medyaya bakarsan ilk üçün içinde bir memleket, lakin hayat yalan değil… 5 ayda bu kaçıncı bomba? 5…

Yine de teselli bulunuyor… “Failler ele geçiyor.” Kiminin parmağı birkaç saatte bulunabiliyor, bazılarına ciddi DNA testi gerekiyor. “Ele geçiyor” ama… Ne acayip bir şey! Canlı bomba ele geçiyor! Ne zaman? Bomba patlatıldıktan sonra… Bununla övünebilen bir yönetim… Çok acayip!

İstanbul’da yaşayan arkadaşlar önlemlerini Alman Konsolosluğunun açık / kapalı durumuna göre alıyorlar… Tevekkeli Alman otomobilinden sonra, Alman Vakfı diye tutturmazlar… Bir nedeni var yani…

Dış politikadaki üstün başarılarını memleketin iç politikasında da aynı oranda göstermeleri olsa olsa istikrarın devamı içindir. Bundan beş yıl önce güney komşularımızı say deseydin hemen sayardım: “Suriye, Irak” On üzerinden on alır coğrafyadan yırtardım.

Önce IŞİD komşumuzdu şimdi PYD… İstediğin yere tükür… Ulan ne güzel Suriye diye bir komşumuz vardı. Ara sıra takışırdık hepsi o… Ne oldu Emevi cami projesi? Dış politika işte… Zeki Müren de bizi mutlaka görür…

Memleketin hali bu… Bunlar yetmiyormuş gibi 18 Mart günü bir önceki ve ondan önceki yıl gibi işgal altındaydık. İşgal güçleri kendiliğinden pes edip saat 13 gibi geldikleri gibi gitmeye başladıklarında Çanakkale bir kez daha kurtulmuş oldu. Esas ve köklü kurtuluş bu iktidar gidince olacak! Başka türlü bunlardan kurtulmak mümkün değil… 18 Mart işkence günü olmaktan Çanakkale başka türlü kurtulamaz!

Esnafın keyfi yerinde… Üreticinin de keyfi yerinde… Memur mutlu, işçi koyacak yer bulamıyor (birikimlerini), sanayici –Allaha şükür- Çanakkale’de yok, olsa mutluluktan havalarda olurdu… Biliyorum, termikçilerin ağzı kulağında. Bülent Abim ovuşturmakta falan filan…

Memleketim… Bahar tadında, her şey olması gerektirdiği gibi…

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

14 Mart 2016 Pazartesi

Ne büyük vizyonmuş...

"Yurtta Sulh Dünyada Sulh" Cumhuriyet devriminin siyasetini tek cümleyle özetlemek. Ki, bir de bunun asker kökenli bir devlet adamından çıkması... Mustafa kemal Atatürk'ün neden dünya tarafından taktirle anılmasını şimdi anladınız mı?

Bir ülkenin başkentinde beş ayda üç bomba patlıyor ve hiç bir dünya devlet lideri -başbakan ya da ülke başkanı- ortaya çıkıp da "Ey başkan(!) istihbarat örgütlerin ne yapıyordu?" demiyor...

Abuk sabuk köşe yazarları çıkıp tüm suçu muhalefete yükleyebiliyor... Abuk sabuk akıl hocaları(!) çıkıp "teröre alışmalıyız" diyebiliyor. Neden alışacağız? Terörün nesine alışacağız?

Hala aynı şeyi söyleme yüzsüzlüğü ile "herkes devletin yanında durmalıdır. Durmayan haindir" diyebiliyor. Utanmadan, sıkılmadan diyebiliyor...

Neydi lafları "dış siyasette derinlik" gibi bir şey miydi? Alın size derinlik! Alın size devlet yönetiminde büyük yeni vizyon!

Gencecik çocuklar ölüp gidiyor hala "derinlik"ten bahsetmeye devam ediyorlar. Ne derinlikmiş be... O derinlikte koskoca bir ülke boğulmak üzere! Yazık bu ülkeye, yazık bu insanlara... Kimin umurunda!

Dönüşü olmayan yolu geçtik. Son çıkış çoktan geride kaldı. Bundan sonra ne olacağına 78 milyon bir araya gelip karar vereceğiz.

Ya birlikte karar vereceğiz ya da bu girdabın içinde yok olup gideceğiz...

Benim, çoluk çocuğumun, ailemin, komşularımın, dostlarımın, sizin, onların, diğerlerinin tek güvencesi hukuktur. Demokrasidir... Terör; hukukta, demokraside barınamaz...  

Hukuku, hukuk olmaktan çıkarırsan, demokrasiyi silindir gibi bir şeye dönüştürürsen boşluğu bir şey doldurur... Birleşik kaplar teorisi... Boşluk bir şekilde dolduruluyor. İyi gidiyor, kötü geliyor...

Sanki gidecek başka bir ülke varmış gibi davranmayı artık bırakın... "Bakalım ne olacak" beklentilerinizi artık atın! Seyrederek bu ülkeye yazık etmeyin! Ülke hepimizin ise ayağa kalkın ve bir ucundan tutun...

Susmak, seyirci kalmak sizi kurtarmaz!

Bitti!

-geMici-

gemici@yandex.com


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR... 

10 Mart 2016 Perşembe

Berkin Elvan günü…

11 Mart’ı bir yere kaydedin. Unutmamamız gereken günlerden bir gün… Güzel bakışlı çocuğu 2014 yılında bulutlara uçurduk. Sonra anne ve babasını miting alanlarında yuhlattık. Böyle rezil bir dünyayı arkasında bırakarak sonsuz ışıkların içinde kayboldu. Bakışları kaldı bize de…

Şimdi iyi düşünün… 14 yaşında bir çocuğunuz var. Ekmek almaya gidiyor. Başına polisin attığı gaz fişeği geliyor. 269 gün komada kalıyor ve kaybediyorsunuz. Suçlular belli ama hukuk yok. Boş gözlerle adalet arıyorsunuz… Karşınızda kör bir duvar!

Unutmayın! Bu hepimizin başına gelebilir… “Olsun gelsin ama haziran’da vizesiz Avrupa turuna çıkıyoruz” da denebilir tabii… Ne de olsa AKP sayesinde demokrasinin ne olduğunu öğrendik. Hele basın özgürlüğü hayal gücümüzün sınırlarını zorluyor.  

Adalette bir dünya örneğiyiz. Hatta özel bir türüz. Adalet bizden soruluyor… Hatta Dündar ve Gül serbest bırakılınca AKP gurup başkan vekili memnuniyetini dile getirebiliyor. Tamam, sonradan çark etmiş olabilir ama dedi… “Memnunuz” dedi.

Komşularla “Sıfır problem”den “sıfır komşuya” kadar geldik. Çevremizde komşu kalmayınca Latin Amerika’da komşu yaratmaya kalktık. Ertesi gün de problem yarattık o defterin sayfası da kapanmış oldu. Şimdi mutluyuz… Sıfır komşu sıfır dert… Dert değil yani.

Aslına bakarsanız öğrenmenin yaşı yok; “harem bir okul…” Vatan hainliği” ile “vatansever” arasındaki fark “darbeci” ile “terör örgütçüsü” arasındaki fark kadar… Ya öylesin ya böyle…

Nefes alıp verince yaşamış sayıyoruz kendimizi. Çok nefes, çok hayat manasına geliyor. Müzik yok, resim yok, rüküş bir hayat içerisinde toslayarak ilerliyoruz. Tosbanın sakin hayatı rüzgar estirerek yanımızdan geçişi bile bizi kendimize getirmesinden uzak… Öyle bir noktadayız.

Şaşırmak yasaklanmış da biz de bunu pek sevmişiz hovardalığındayız. Kahredici günlerin en başında, “bakalım ne olacak?” beklentisinde estirip gidiyoruz…

Günler geçiyor biz öğreniyoruz…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

    

8 Mart 2016 Salı

Kayyım…

Aklımdaki soruyu ilk baştan sorayım: “Elinizdeki KAYYIM kapasitesi ne kadar?” Gayet net bir soru…

Türkiye’de muhalefetin susturulması yönteminin yeni adı Kayyım oldu. En sonunda “Zaman” gurubu da susturuldu. Bu yöntemin ilk örneğini İpek Medya’da görmüştük. Yadırgamadık! Sustuk! İMC TV’ye ne olduğunu bile bilmiyoruz…

Sahiden yau ne oldu IMC TV’ye? Bir gece karartıldı gitti. Halkımız gayet rahat… Ne olduğu konusunda en ufak bir fikri yok! Benim de…

Şimdi sıra Cumhuriyet Gazetesi, Sözcü Gazetesi, Halk Tv, Can Erzincan Tv de olduğu iddia ediliyor. Yani, önce yapılan “Özgür Basını” susturmak. Twitter ve Facebook’un anahtarları elinde zaten. İstedikleri an kapatıyorlar… Demokratik keyfiyet haline geldi. Sıradan bir şeymiş gibi…

İstenilen “yalan dünyası…” Bol yalanlı, bilim dışı yayınlar… “Doğru”nun bilinmesi istenmiyor… Yalanın arkasında duran kağıttan kaplan bir güç. Tek seferlik bir güç. İnananların(!) çıkar için bir araya geldiği “bir şey…” O bir şeyin ne olduğunu çözmek bile olanaksız…

Sürdürülmesi mümkün olmayan yalanların inandırıcılığının olabilmesi için muhalif medya istenmiyor. Susturuluyor… Bu kadar basit! Ama susturamadıkları bir şey daha var. Gizleyemedikleri… Deniz bitti! Bunu nasıl örtbas edecekler? Batırdığınız ekonominin de başına Kayyım mı atayacaksınız?

İlk sorduğum soru oydu…

Elinizde yeterince “kayyım” var mı? Size her muhalefet edene bir kayyım atayacak mısınız? Sistem nasıl işleyecek?

Mesela “BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…”a da kayyım atayacak mısınız? Yoksa daha değişik yöntemler peşinde misiniz? Faşizm üstüne uzman olan sizsiniz. Mutlaka yeni yaratıcılıklar peşinde olmanız gayet normal…

Bence MHP’ye “kayyım” atamanıza gerek kalmadı. Sayın Bahçeli de aynı görevi rahatlıkla yapabiliyor. Evet, MHP’ye kayyım atamanın bir gereği yok. Belki kayyım değişikliği öngörüle bilinir ama şimdilik hiç gereği yok. Bence başarılı… hatta gayet başarılı!

CHP’ye öneririm mesela… Hala salonlarda da olsa muhalefet yapıyor. İyi bir kayyımı hak ediyorlar… Pardon, ortalama bir kayyım da olabilir. Sonra sıfırladığınızda kendiliğinden kapanmış olur.

Sonra meclise de bir kayyım atamanız gerekiyor… Sıfırlanınca kapatacağız ya, ondan yani…

Gördünüz mü bak, ne kadar kolay başkanlık sistemine, pardon faşizme kaydık. Bu kayyım fikrini kim bulduysa yürekten kutlarım. Kayyım demokrasisini kimse keşfedememişti… Biz bulduk!

Yoğurttan sonra bir de dünya demokrasisine armağanımız olsun: Kayyım…

Tekrarladıkça da bu kelimeyi sevmeye başladım. Belki içinde “kay” kelimesi geçtiğindendir.

Şimdi ileride çıkacak hoşnutsuzluklar için polis, toma belki yetersiz kalabilir. Kayyım sayısını hemen arttırmanız icap etmektedir.

Bilgilerinize…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…   


Not: 8 Mart Dünya emekçi kadınlar gününüzü kutlarım… Size de bir kayyım atarlar mı bilmem ama Pazar günü Kadıköy’de plastik kurşunlar havada uçuştu…

3 Mart 2016 Perşembe

Adım adım gidiyoruz…

Kışı görmeden bahar geldi… Sanki sonbahardan ilkbahara atlamışız gibi bir his… Diğer yandan gelecek felaketlerin ilk habercisi. Bu yaz nasıl olacak sorusu ve çevreye sırtını dönmüş koca bir dünya. Ve en üste tek sorumlu “insan.” Tabi tırnak içinde…

Aslında gerçek uzaylı biziz… Dünya uzayın bir parçası. (Tespit yapmıyoruz burada, bilimsel konuşuyoruz. Bir öküzün boynuzlarında dengede durmaya çalışıyor da diyebilirdim pekala.) Koskoca evrende, Samanyolu galaksisiniz bir köşesinde dönüp duruyor…

İnsan’ın dışında birçok tür yaşayıp yok olmuş ama hepsi doğal seleksiyon içinde gerçekleşmiş. İnsan ne zaman doğaya müdahale etmeye başlamış, türlerin de doğal nedenlerin dışında yok oluşları başlamış.  

Hiçbir canlı tür, insan ile mücadele edememiş… “İşte biz böyle üstün, akıllı bir canlıyız” demek isterdim ama utancım buna izin vermiyor…

Eğitilmiş insan – eğitilmemiş insan arasında bir fark yok. İnsan bu… Biraz üstünü kazıyın altından çıkan “faşisti” göreceksiniz.

Adam gübre atmış tarlasına, çuvallar rüzgarda oradan oraya sürükleniyor… Eğitilmemiş köylü demeyelim de işi biraz ince olalım… Çevre bilincinden yoksun diyelim mesela. Aynı öküzün bir benzeri de üniversiteli. İçtiği bira kutusunu denize atanların hepsi ilkokul üçten terk mi sanıyorsunuz? Sanmayın…

Çevreye saldıranların çoğu eğitilmiş, okumuş, yazmış, birçoğu da benden senden daha çok mürekkep yalamış ama mürekkep balığını tabakta görünce içindeki canavar dışarıya fırlıyor…
Cerattepe’de saldırıyı yapanlar “cahil” mi? Kazdağına saldıranlar? Yau bırakın sokakta sigara içip, izmaritini atanların hepsi okumuş yazmış çocuk… Sıkıysa “neden attın” diye sor. Özellikle de çarşı caddesinde çalışan “emekçilere…” Cevap –pek muhtemel- “sana ne?” olacak…
Siz üniversite kampusuna hiç girdiniz mi? Girmeyin…

İnsana ait bu tuhaf durum bizim uzaylı olmamız gerçeğini değiştirmiyor. Uzayda aynı gezegende dolanıp duruyoruz. Dünyayı tüketince sanki başka bir yere taşınacağız. Yok koçum öyle bir yer…

Olaya buradan bakınca ne sınırların bir anlamı kalıyor ne de tüketim toplumunun topu… Ortalama 60-70 yılı insani koşullarda geçiremeyen bir türün üyeleriyiz. Çok mu gurur duydunuz. Tarihe bak! 

Ha bire hırs yapıp birbirimizi öldürmüşüz… Sınarlar koyup kimin nasıl yaşaması gerektiğinin tel örgülerini çekmişiz. Küçük insanın büyük macerası sürüyor… Maceranın sonu da belli bence…

Binlerce yıl sonra birileri insan fosili bulur ve türün nasıl yok olduğu üzerine ansiklopediler yazar… Ben ona gerçeği söyleyeyim: Tüketim toplumu!

Arayın şimdi altınınızı… Bakalım ne bulacaksınız!

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…