31 Ocak 2013 Perşembe

Körleşme…


Babam faturalarına bakıyor. Annem bazılarının fazlalık olduğunu düşünüyor. Düşünmek de zorunda çünkü 2013 Türkiye’sinde emekli olmak zor. En üstte ev telefonunun faturası var. Hiç konuşmamışlar ama fatura otuz küsur lira… Her ikisinin de cep telefonu var. Ailenin en zekisi benim ya…  “Bu fazla” diyorum. “ Nasılsa ikinizin de cep telefonu var. Kapatın gitsin…” Babam gözlüklerinin üzerinden bakıyor; “sen ne diyorsun?” der gibi. Bu bakışları iyi bilirim…

O bakışların üzerine “Ne oldu? Hiç konuşmamışsınız. Boşu boşuna ödenen bir para?” diye de üstüne üstlük ekliyorum… Babam sazı eline alıyor. Öğretmen emeklisi ya… İlle de dersimi verecek! “Ben o telefonu konuşmak için tutmuyorum. Tüm arkadaşlarım, tüm dostlarım, herkes o telefonu biliyor. O telefon sadece bir telefon değil…”

Odun gibi kalıyorum… Hatta su çekmiş meşe odunu gibi… Oysa ben iletişim mezunuyum. Bunu göremiyorum. Babam, geçmişiyle iletişim hattını koparmamak için o faturaya katlanıyor. Bana bir iletişim dersi veriyor… Körleşmişim…

Ben katlanamıyorum… Katlanma sınırını delip geçmişim. Belki haklıyım belki değil. Önemli olan da bu değil zaten. Kavramın kendisinde gizli… “Katlanmak.” Aslında düşününce ilk akla gelen dürülmek… Kat kat olmak… Hatta ortada bir yerlerde kaçak kat haline getirilmek gibi… Olmaması gereken yerde olmak gibi… Gibi gibi yani…

Yaşam, düşündüğümüzden daha basit... Temel istekler, temel dürtüler, temel alışkanlıklar. Hepsi basit ve geçiştirilemeyecek şeyler. Diğerleri, modern toplumun bastırmaları. Uzun süredir “cep telefonsuz” bir hayat tasarlamayı düşünüyordum. Dostlar arasında birkaç kez dile getirdim. “Olmaz” dediler… Nasıl yani? “Olmaz işte.”

Peki, ama biz bundan bir buçuk, iki on yıl önce telefonsuzduk ve oluyordu… Şimdi niye olmasın ki? Bence olmalı… Hayatı kolaylaştırmıyor. Aksine zincirliyor… Ben bu bilindik dünyaya bu kadar bağlı olmak istemiyorum ki…

1980’lerde İngiliz entelektüelleri evlerinde televizyon yok diye övünürlerdi. Benimkisi öyle bir şey de değil. Ayrıca entelektüel de değilim. Ama prangalardan da kurtulmak istiyorum. Olmazmış… Olacağını düşünüyorum.

İletişim körleşmesi çift taraflı… Kitle iletişimi de farklı değil… Adamı, adamakıllı körleştiriyor… Dün, oyunun kuralları belliydi… Yönlendirme, bireyin kararlarına müdahale kitle iletişim temel düsturuydu. Bugün? Saklandırılmış kodların hücumu gibi… Çin ordusu yanında seyrek kalır.
Cilalanmış bir hayatın temel argümanına dönüşmüş durumda… Taşın da cilalanmış bir dönemi vardı. Şimdi de modern toplumun cilalanmış evresindeyiz… Her şey bu kadar alenen yapılırken, bile bile yutturulan hapın etkisiyle mutlandırılıyoruz.

Tosladığımız duvarların arkasına gizlenip, yokmuşuz gibi yapmaya devam ediyoruz. Yok devenin kuşu… Şimdi bir de Avustralya’ya gidecek takatim de yok… Devenin boş kuşlaıyla devam edeceksiniz…     

Körleşme…

Yukarıda yazdığım üçüncü paragrafa dönüyorum… Çok uzaklara geziye çıkacağım… Kendimi gezi kolu başkanı olarak atıyorum belki Tebdil-i Mekanda Ferahlık Vardır…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR… 

(Ne yazdığımı ben de bilmiyorum. Vatanseverler yazısında İskenderun yerine ha bire Mersin yazmışım. Adam disleksi olunca bunlar oluyor… Beynim ne okuyorsa o! Diğerleri yalan… Böyle işte… Körleşme aynı zamanda bir sınav sorusuydu. Nabi Avcı sormuştu. Yazarı kim diye... Şimdi Milli Eğitim Bakanı oldu... Tebrik ederim. Ciddi bir entelektüeldir...) 

28 Ocak 2013 Pazartesi

Çoğaldık hey halkım tek tek say bizi…



75 milyon 627 bin 384 kişi olduk. 2012 yılında 903 bin 115 kişi daha aramıza katılmış… Resmi rakam bu. (Türk erkeklerinde bir sorun mu var? Hepsi bu mu yani?)1-2-3 yetmez 4-5 olsun… Olsun tabi… Bir sakıncası yok. "Besleyebildikten, eğitimi verebildikten, sağlık sorunlarını çözdükten, yarına güvenle bakabildikten, iş yaratabildikten sonra bence bir sakıncası yok." Böyle düşündüğünüze eminim... :))

Hindistan gibi “saldım çayıra, kalan sağlar bizimdir” ya da Amerika gibi; “güçlü olan ayakta kalır. Zaten bana dünyayı yönetecek iyi yetişmiş yüzde on yeter.” diyorsanız hakikaten hiçbir sorun yok. Bence 4-5 de yetmez. Takımı tamamlayın… Tabii böyle de düşünüyorsunuz... :))

Çin 1,5 milyar… Nüfus şişkini Çin dünyayı ekonomik olarak tehdit ediyor… Eder tabi “köle” sistemiyle insanları istihdama zorlarsan dünyayı değil, evreni tehdit edersin. Zavallı Marslılar kaçacak yeni bir galaksi ararlar…   

Çoğalalım… Artalım… “Bir Türk Dünyaya bedeldir…” 75.627.384 dünyaya yeter olduk. Samanyolu galaksisini hedef aldıysak yıllık 903.115 artış bize yetmez. Artış hızında gaza basmak gerekiyor. İlk önlem prezervatiflere gelsin. Kürtaj işi küllenmeye başladı. Hemen gündeme taşıyalım.

Eğer “ham madde” sıkıntısı yaşarsak ithalatta da önem verelim. Bu konuda Türk erkeklerine büyük görev düşüyor. Böyle bir olanak yaratılırsa şahsen ben üzerime düşeni yapmaya hazırım… Hatta ihraç ürünü olmaya hazırım. İyi bir ambalajla daha iş görürüz ve vatanın bize biçtiği bu asil ve yorucu göreve gözü kapalı giderim… Sanırım memleketimin her evladı da benim gibi düşünüyordur…Kesin! :))

Yalnız beslenmemize itina göstermemiz lazım… Biliyorsunuz eski doğu bloğu ülkesi ülkelere gönderdiğimiz yaş meyve sebzelerde fazladan zehir çıktığı için ihracat ürünlerimizi geri göndermişlerdi. Bu konuya dikkat çekmek isterim. Bu ülkeye ihraç edeceğimiz ürünleri itinayla seçmek gerekir. Ayrıca GDO da ciddi bir sorun yaratabilir…

Tamam, Avrupa ve Eski doğu bloğu ülkeler bu konuda hassas ama pek ilgi göstermediğimiz Afrika ve Latin Amerika bizim için hala bakir alanlar. Oralara yapacağımız ithalatlarda fazla sorun yaşayacağımızı sanmıyorum. Uzak doğu son yıllarda zaten ithalat interlantımızda…

Ulaşım sorununda yapılacak birkaç küçük teşvik ve desteklemeyle kısa zamanda büyük işler başaracağımıza eminim… THY’nın Barcelona’ya verdiği desteğin çok daha azına görün bak neler başaracağız… Bugün atılacak birkaç küçük adım, tüm kıtaların Türkleşmesiyle sonuçlanacaktır…

İşler iyi giderse ki, bence iyi gidecektir… Yıllık artışımı 903.115’ten ilk yıl bir iki milyona, daha sonraki yılarda 5-10 milyona, 20 yıl sonra da geometrik artışa ulaşabiliriz. Hesaplarıma göre bu yüzyıl bitmeden dünya nüfusunu 7 milyardan 50 milyara taşır dünyayı da yüzde doksan Türkleştirmiş ve Müslüman yapmış oluruz.

Böylelikle dünya savaşı tehlikesini bırakın bölgesel savaş bile çıkmaz. 68 hippi kuşağının “savaşma seviş” sloganı da yüz yıl sonra gerçekleştirmiş oluruz. Türkün Türk’e vize koymayacağı da düşünülürse sınırlar da kendiliğinden kalmış olacaktır…

Bak şimdi… Sınırsız, kavgasız, savaşsız, eşit bir dünya bana başka bir ütopyayı anımsattı…

Nereden nereye… Boşu boşuna direnmeyelim… Ütopyalarımızı gerçekleştirelim…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…    

24 Ocak 2013 Perşembe

Karne…

Bugün çocuklar karne alacaklar… Bizim zamanımızda bu iş kolaydı. Bir parça pamuk, bir iki damla çamaşır suyu ve öğretmenin kalemine yakın yazı yazan bir kalemle karne operasyonu yapabiliyorduk. 

Bazı arkadaşlarımız hat sanatçılarına taş çıkartırcasına “3” lerden “8,” “1”lerden harika “10”lar yaratırlardı. (Birin yanına “0” koyarak yapılmaz o iş. Birin iki yanında birer tire vardır. Sıkıysa o tireleri yok etmeden o sıfırı eklemeyi dene istersen. Unuttunuz de mi?) En zoru da “2”den yeni bir “iyi” not yaratmaktı. Lakin hat sanatı o kadar ileriye taşımışlardı ki, o zavallı “2” harika bir “7”ye dönüşürdü. Öğretmen bile şaşırırdı… Öyle şaşırırdı ki, kendi not defterine bakmak zorunda kalırdı; “Yahu ben hakketen yedi mi verdi.” diye… 

Okul idaresi tatil dönüşü veli imzalı karneleri geri isterdi. Onun da iki yöntemi vardı. Karne operasyonu mevzusunda yeteneksiz arkadaşlar harika “veli” imzası taklit eden hat sanatçılarından yardım alırlardı. Çok da güzel olurdu. Velinin kendisi bile o imzayı atamazdı. Kriptoloji çözemezdi ki, okul idaresi çözsün. 

Tatil dönüşü okul idaresi çok şaşırırdı. On dersin yedisi spor toto benzeri, veliden bir gram tepki gelmemiş… “E, duyarsız veli” deyip es geçerlerdi. Sonra veli bir ara –yolu düşerse- gurur dolu okula girer, gerçeğin acı şamarıyla akşam çocuğunu evde beklerdi. Zavallı çocuk da babası uyuyana kadar evin kapısında bekler ya da erkenden uyurdu(!) Analar bu durumu nasıl olsa kurtarırdı… 

İkinci taktik ise düzeltilmiş karnenin kaybedilmesi(!) zaruretiydi… “Valla hocam annem karneyi nereye koyduğunu bulamıyor…” Cümlesi her zaman tutar… Tabi öğretmen hanım ve annenizin arkadaşı değilse. O öğretmen olacak hanım ille de karneyi ele geçirecek. Annenize ilk rastlayacağı "altın gününde" olayı deşecektir… Güneş altında hiç bir gerçek saklanamazdı.

Gerçek: “Bu karne veli gördükten sonra kendini beş dakika içinde imha edecektir…” Anlayacağınız görevimiz hakikaten tehlikeliydi…

Şimdi çocuklar dört koldan sıkıştırılmış durumda…

E-okul’a gir durum kapak çiçeği gibi ortada… Sonra bu memlekette niye “redhack” gurubu var diye düşün. Nedeni ortada! Çocukların hemen hemen hepsi hacker kıvamında… Eline kalem ver bir paragraf yazıyı taksit taksit yazsın, sür önüne klavyeyi ışık hızının ne olduğunu gör…

Biz okulu kırdığımız zaman kimsenin haberi olmazdı. Şimdi mesaj geçiyorlar: “Velisi olduğunuz öğrenci bugün okulu yine kırdı.” diye…   

“Bizim zamanımızla” “şimdiki zaman” arasında çok fark var. Felsefe farklı. Matematik farklı. Maddenin üç hali vardı, şimdi dört hali var. Bizim, kendi halimizden haberimiz yok! 

Sanki biz hiç çocuk olmamışız da gökten zembille ve de embesil olarak bu halimizle dünyaya salına verilmişiz havasındayız. Sanki hayatımızda hiç karne olmamış, olmuşsa bile hiç zayıfımız yokmuş gibi davranıyoruz. Üstüne üstlük tatminsiz bir halimiz var! “Bu 5 ne? İkinci dönem en az 7-8 olmalı…” Yuh! Eğitim hayatı boyunca 4,5’tan 5 ile geçmiş kuşağımın haline inanamıyorum... 

Hababam Sınıfı’nın en güzel sahnelerinden biridir: Kel Mahmut öğrencilerin velilerini okula çağırır. Sıralara oturtur. Ve karneleri velilere dağıtır. “Bu karneler aynı zamanda sizin” der… Bugün biz veliler hep birlikte karne alıyoruz…

Siz asıl memleketin karnesine bakın! Nasıl bir memleket devredeceksiniz ona iyi bakın! Ben not yerine birer tasdikname verirdim ya, neyse… Aynı gemideyiz…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

21 Ocak 2013 Pazartesi

Sadece ıslanıyoruz…


 
Yağmurun etkisidir. “Vatanseverler” gemilerle Mersin limanına geldi. Amerikan üretimi, NATO denetimiyle… Neyi koruyacaklar. Ülkemizin hava sahasını. Kimden? Uçan kuştan… Adı güzel: Vatansever (Patriot)… Biz yeterince vatanımızı sevemiyor olacağız ki, bizim yerimize bu işi patriotlar yapacak… Nasıl yapacaklarına tanıklık edeceğiz. Bizim başaramadığımız ama onların başaracağı sevgi ne, onu göreceğiz…

1970’li yıllarda Adana İncirlik kapansın diye bağırır, duvarlara yazı yazardık. Bir dönem Başbakan Bülent Ecevit İncirliği kapadı, kurduğu hükümeti hemen iktidardan düşürdüler. “Dokunmayın üslerime” dedi Amerika… Zaten sonrasında bir 12 Eylül darbesiyle her şey eski kıvamına döndü, 33 yıl evvel...    

Sokaklarda insanlar… Cumartesi Hrant Dink’in katledilişinin 6. Yılıydı. Akıllarda kalan delik bir iskarpin, üstünde uçuşan birkaç gazete parçası… Pazar günü; “Suriye ve emperyalist müdahaleye hayır” mitingi. Pazartesi mesai… Vatanseverler (Patriotlar) Mersinde… Gerçeği ayırmak ne kadar zorlaştı. Sahte-severler gökyüzüne bakıyor… Sokaklarda bir avuç insan…

Kanıksadık savaşı… 29 yıldır sürdüğümüz doğu savaşına ek, bir de Ortadoğu’da figüranlığa soyunuyoruz. 1984 Eruh baskınının üzerinden 29 yıl geçti. İlk on yılı “birkaç çapaçulcuy”du… İkinci on yılda “biz bunları ne pahasına olursa olsun yok ederiz”le geçti. Korku kurumsallaştırıldı. Ve geldik 29 yılın son on yılına…  Yani son üçte birine… O da AKP iktidarıyla geçti. Ne değişti? Bu dönemin adı da “açılım” olsun… Neyi, nerede, nasıl açıyorsak…

Vatanseverler Malatya, Diyarbakır, Gaziantep yolunda… İnternet sitelerinde bir son dakika: “Patriot füzelerine karşı çıkan Hataylı yurttaşlar da saat 14'te Havuzlu Çarşı'da toplanarak büyük bir eylem yapacak.” Bolca biber gazı ve tazyikli su sarfiyatı olacak desene… Bence bu su sarfiyatını da kontrol altına almalı ve su saati takmalı. Kontörlü olursa iyi olur. Eylemin yarısında biterse, beş ton ek versin yeter… Sonra nasıl olsa doldururlar. Biber gazına karışmam…

“Balyoz” gündemden düşerken yerini “KCK”ya bıraktı. O da modasını yitirmiş olacak ki şimdi de DHKP/C… Gelsin “kaçma şüphesi” olan avukatlar bu yana… Tutuklama kararı 21 Ocak’ta verildi. Karar metninin altındaki tarih 20 Ocak 2013… Önce karar ver sonra usulleri yerine getir… Hukuk işte! Nasıl işletirsen… Tarih hatası (mı?)! Gözlerden kaçmıyor…
Ne olacak bu Grup Yorum’un hali? Dinlemek serbest. Biletini, afişini asmak içeri girme nedeni… DHKP/C operasyonda “ilk içeri alınacaklar” arasındalar hep… Bırakılmış olsalar da hep ilk akla onlar geliyor. Mutlaka içeride çok sevenleri var… :)) Konserleri yüz binden aşağı değil…

Sermet abimin dünkü yazında yazmış… “Gazeteci Metin Göktepe’nin polis gözaltında öldürülmüş olması, Hrant Dink’in, Uğur Mumcu’nun, Muammer Aksoy’un Ocak ayı içerisinde katledildiği üstelik faillerinin korunup gizlendiği bir ülke gerçeği ile karşı karşıya olmak insanlık adına utanç verici. Bu sene buna bir de usta gazeteci Mehmet Ali Brand’ı kaybetmiş olmanın acısı eklendi.” Diyor. Acaba Ocak ayını çalışan gazeteciler ayından çıkarıp kaybettiğimiz gazeteciler ayı mı yapsak?

Bahara doğru gidiyoruz… Ocak sonu geldi. Şubat kısadır bir şekilde atlatırız. Sonra Mart! Baharın ilk ve soğuk ayı… Cemreler de düşmeye başlar… Nisan geldi mi her yer yemyeşil olur. Kuzular, oğlaklar, börtü böcek derken bakmışsın iğdeler çiçek açmış, mis gibi temiz hava…

Bu gece Grup Yorum dinlerim…    

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR… 

17 Ocak 2013 Perşembe

Irakı… (Kangırlı tarzı)



…derlerdi. Kangırlı sokaklarındaki “rakı” kokusuna… Mis gibi kokardı “anason…” Hafif dumanlı başlayan düğünlere herkes katılırdı. Damat tıraşı yapılırken “gençler” rakı ile demlenirdi. Altlarında bir kilim, eski bir hasır olurdu. Taş üstünde çilingir sofrası… Çay bardağında rakı. Aynı çatalda meze… Genellikle çoban peyniri, Arnavut ciğeri, kızarma, birkaç parça et….

Duman çıkınca yeterince yola düşülmeden önce köyce oynanan bir harmandalı… Ama köyiçinde… Orhan’dan felsefe öğrendiğimiz yıllar… Hatasız kul olmaz falan yani… Feryada gücümüz hiç yoktu! Balıkçıydık! Adama da “gemici” derlerdi…

Orhan; “yıktım gururumu” diyordu… “Sevmek çok zormuş…” böyle devam ediyordu. Yıl? Gençliğimizdi. Kangırlı hala ayaktaydı ve bana bugünkü gibi ihtiyacı yoktu. Aklımıza gençliğimiz geliyor. Amıcaoğlum ezbere söylüyor… Sonuçta boru değil! Orhan!

Derdimiz yine Kangırlı… Tanrının siktirettiği duygu imparatorluğu… Şimdi neden böyle olduğumu daha iyi anlıyorum! Sol yanım hep belli! Sağ yanım hep Kangırlı! Anasonun kutsandığı diyar… Ayak izlerinde hüzün, sevinç, gurur, hak etmediğimiz yenilginin çizgileri… Kaderimin “yolunu…” Zaten “yol” varsa ben hep varım… Yeter ki, “yol” olsun!

“Ne sevenim var, ne soranım var, öyle yalnızım ki…” Felsefe… İstersen buradan ye… Kangırlı yemedi. İçti! Hayatın çekim gücü… Orhan, haklı adam… Son cümle amıcaoğlumdan… Hayatan bıkılmıyor… Hele bu yanlızlık… Tam soru işareti!

“Kangırlı’nın hamamı yandan çıkar dumanı…” Ne Bektaş kaldı ne de hamam… Atın üstünde gelen çam kütükleri yolda eridi. Çıraları kül oldu! Gurbete çıktı diyelim. Bektaş öleli neredeyse yüz yıl oldu. Ben çocuktum… Şimdi elli oldum.

“Dokunma!” Hayatım bu… “Kırılır kalbim dokunma, dokunma seven kalbime…” Ne kadar da kırılganız… İğdiş edilmiş duygularımızın zorlanan zorlukları. Konuşamıyoruz bile… Kırılıyoruz… Camdan daha kırılganız… Konuşamıyoruz… Kangırlı’nın sokaklarında unutuyoruz hayatlarımızı… Küsemiyoruz yarınlarımıza. Nefret, yok! Dünyada kırılıp, paramparça oluyoruz. Sevemiyoruz bile… Zor değil aslında… Hiç zoru yok; “seni seviyorum derken…” Düşünmeden konuşma! Düşüyoruz…

Sonuçta hep “anlama” ve “ayrılma” kavramlarıyla “anlamazdık”a düşeriz… Sanki bir düşünce varmış da talihsiz bir yaşamın ortamındaymışız gibi… Biraz anlamak! Çok… Haksızlık değil tabi… Sadece “anlamak” üzerine “katlanılamamazlık…”

Dumanlı gönül… Bal, çiçek, sen kendini ne sanırsın umarsızlığında bir rock… Bizim Pink Floyd’umuz… Hesap sormaz! Hesap da yapmaz! Ama vardır elbet bir incesi… Tek kağıtlıdır, çift kağıtlıdır, elini asla sürmeyen cinsindendir… Sonuç: Bir gönül…

Misafir sanatçı kıvamında yok ve var oluş arası uslanmayan hayatlar… Kangırlı tarzı yani!
Hayat… Gitti de gitti…

“Tüm duygular, cümleler zaten Orhan’da var…” dedi amıcaoğlum… Yaşadığıma baktım! Ben nereye düştüm? Hak ettiğim yere…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR….

14 Ocak 2013 Pazartesi

Badem…



Gözlerden hiç bahsetmeyeceğim… Yazının konusu bildiğimiz “salak” badem… Ocak ayına geldik ya, artık ne zaman biraz sıcak görsek bademler çiçek açacak. Zamansız açacak. Gereksiz açacak. Salaklıklarına doyamayacaklar ve çiçeklerini dökecekler…  Çiçeklerini dökmek demek üretememek demek…

Önce çiçekleri…

Bademin çiçekleri beyazdır... Çiçek açmış badem ağacına uzaktan baktığınızda bembeyaz görürsünüz ama algınıza hafif bir kızıllık çarpar. O kızıllık çiçeklerinin merkezindeki üreme organlarındandır. (Nedense tüm cinsellikler kızıldır. Sanırım ondan “savaş boyaları” vardır. :))

Aldanırlar çünkü aşık oldukları güneştir… Güneşin hayat veren sıcaklığıdır. Güneşin ısıtan bu ilk ışıklarını bahar geldi diye yorumlar bizim salak badem. Oysa aylardan Şubattır, Marttır hatta Ocak sonu gibidir… Onların bu aldanması kahve geyiklerine neden olur. “Bademler çiçek açmış” denir. “”Daha cemreler düşmedi” denir. “Yine çağlasız kaldık” denir…

Süreçler…

Olur, da çiçeklerini açmış badem soğuklara toslamazsa ya da soğuklardan birkaç çiçek koruyabilirse, o çiçekler çağla olur… (Meyve mevsimi başlamadan başlayan bir rakı şöleninin ilk ürünü :)) Bahar hem geliyordur hem gelmiyordur…

Bazen yaşından büyük işler yapmaya kalkana; “oğlum sen daha çağlasın” deriz. Ya da haddinden büyük iş yapana “çağla iken yaptığına bak” deriz. Erkencil işler için de kullanırız yani… Çağla iken badem olmak gibi bir şey… (Uyduruyor muyum ne? Kangırlı’da böyle bir şey hatırlıyorum, çocukluğumdan…)

Çağla zamanla kartlaşmaya başlar… (İşte bunu kendilerimizden biliyoruz…) Dış kabuğu haziran gibi renk değiştirmeye başlar. Hemen altındaki kısım –adını bilmem- sertleşmeye başlar. Sonbahara doğru kemikleşecektir. Tüm amacı içindeki tohumu –ki, biz ona meyve diyoruz- korumaktır. Kimden? Sincaplardan… Bizden koruyamaz! Çünkü biz taş kullanmayı binlerce yıl önce öğrendik. Taş, silah… Sosyologlara bakmayın siz. Onlar alet kullanmak diyor…

Alet kullanmaya bir şey dediğim yok ama biz ilk taşı alet kullanmak için kullandığımızı sanmıyorum… Hala maçlarda kullandığımız şekli daha aklıma yatıyor :)) Ara not: En son maça Teneke ile gittim. Hayri abim de vardı. Anı kaldı! (Dardanel-Sivas maçı)

Hayatımızın baharındayız… Sertleşiyoruz… Güneşin sertliği… En dışımız kurudu. Şimdi meyveyi koruyan kabuğumuz sertleşmeye başladı. Bahar gelmeden gardımızı almaya çalışıyoruz ama hep çiçektik! İlk dondurucu soğukta döküldük… Geriye birkaç çağla kaldık. Bademleşmeden de rakı mezesi olmak üzereyiz…

Bademin üstüne taş inecek… Dış kabuk dağılacak ve birileri “meyveye” ulaşacak… Tatlıda mı kullanır, aşurede mi kullanır, şam tatlısında mı bilmem… Bir badem kuşağı daha zamanını kullandı. Öyle ya da böyle… Şimdi bademler çiçek açar, çağla olur… Gerisini bilmem… Bademlerle bir kez daha karşılaşma şansımız yok gibi…

Ama dedim ya badem salaktır… Bahar mutlaka gelecektir… Baharı bekler gibi bir halimiz var. Ama artık hangisi?

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

10 Ocak 2013 Perşembe

Çalışan gazeteciler…

Çalışanı varsa işsizleri de mutlaka vardır… Onları herhalde dışarıda bırakacak değiliz. Onları da çembere alıp yazalım. Aslında ben işsiz gazetecilerin daha onurlu olduklarını düşünüyorum. İşsiz kalmalarının bir nedenin de meslek hayatlarını onurlarıyla sürdürmek istemelerinden kaynaklandığını düşünüyorum…
“Bir insanın yaşayıp yaşamadığını anlamak istersen, nabzına değil onuruna bak, duruyorsa yaşıyordur...”
Laçiner’i istifaya davet eden mitinginden sonra Anadolu Ajansı katılımın 250 kişi ile sınırlı kaldığını, DHA katılımın 500 civarı olduğunu servis etti… Polis kayıtlarında da katılımın 750 olduğu kayıtlara geçti… Rakamlara dikkat edin. 250, 500, 750… Ben size bu rakamların kime ait olduğunu yazmasam 250’nin polis kayıtları olduğunu söylerdiniz… Çünkü polis kayıtları –genellikle- rakamları üçe dörde böler, ajanslar da gerçeğe en yakın rakamı abonelerine servis ederlerdi. Özellikle geçmiş zaman kullanıyorum…
Bugün geldiğimiz nokta tam da budur!
Belediye Başkanı Ülgür Gökhan her yıl olduğu gibi 10 Ocak sabahı mütevazi bir kahvaltı masasında gazetecileri bir araya getirdi. Yine her yıl olduğu gibi bir gazeteci arkadaşımıza –ki, bu yıl Cemal Oral oldu- küçük bir hediye verdi. Hem mesleğimizi onurlandırdı hem de yan yana, yüz yüze oturup birkaç kelime etme olanağı bulduk. Teşekkür ederiz…
Cemiyet başkanı müjdeyi verdi: “Başbakan yardımcısı Hüseyin Çelik meclise yeni bir yasa tasarısı sunmayı kararlaştırmışlar 2008 yılında geri alınan gazeteci hakları tekrar geriye iade edeceklermiş…” AKP dalgasını basınla da geçmeye devam ediyor. Sanki bu hakları başka biri gasp etmiş gibi alınan hakları geri veriyorlar… Bu açıklamayı da 10 Ocak 2013 Çalışan Gazeteciler gününde yapıyorlar… Uyanın! AKP bize haklarımız veriyor!
Bu haklar yerel basında kime yarayacak? Cemiyet başkanına mı? O aynı zamanda DHA gibi ulusal çaplı bir kurumun çalışanı… Onun işine yaraması gayet de normal. Çok da sevinirim ama sadece onun adına. Ama…
…Gazeteciler Cemiyeti, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Aktif Gazeteciler (Kuruluş sırasına göre yazdım.) sadece bir dernektir. Derneklerle hak mücadelesi yapıl(a)maz. Hak mücadelesi sendikal bir mücadeledir.
Yerelde günlük 14, il genelinde 47 gazete varmış… (Cemiyetin açıkladığı rakamlar) Ama bir tane sendika yok. Hangi basın emekçisi hakkından bahsediyoruz… Örgütlü, sendikal mücadele olmadan ne hakkından bahsediyorsunuz? Hangi meslek onurundan? Hangi meslek sorununun çözümünden?
Bugün basın sektöründe çalışan arkadaşlarımızın tamamına yakını asgari ücretle çalışmak zorundadır. Ekonomik baskının bu kadar yoğun olduğu bir yerde rakamların 250, 500, 750 gibi farklılıklar taşıması çok da şaşırılacak bir durum değildir. Yazık!
Bugün içeri atılan gazetecilerden bahsetmedim… Hüküm giymemiş ama tutuklu gazetecilerden. Öyle birkaç günlük ya da birkaç aylık tutuklu olanlardan değil… Yıllardır tutuklu olan gazetecilerden bahsetmek lazım ama etmeyeceğim. Benim önerin her yıl 10 Ocak gününü çalışan gazeteciler günü olarak kutlayalım. 11 Ocak gününü tutuklu gazeteciler günü olarak programlarımıza alalım. 12 Ocak gününü de “zekat verilecek” gazeteciler günü olarak kanunlaştıralım…
Zaten biz istesek de istemesek de mesleğin yönü oraya doğru hızla akıyor. Bir meslek gurubu inandırıcılığını, güvenirliliğini kaybetmeye başladığında tehlike de başlamıştır… İstediğiniz kadar dernekler kurun, sendikalaşın “dönülmez akşamın ufkundayız…”
-geMici-
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

5 Ocak 2013 Cumartesi

John Steinbeck



Ne zaman en sevdiğim yazarları sıralamaya kalksam ilk üçe Steinbeck mutlaka girer… Dili oldukça görseldir. Bir film izliyormuş gibi okuyabilirsiniz. Satırlar, film karelerine, sayfalar film sahnelerine, kitabın tamamı eşsiz bir başyapıta dönüşür.

27 Şubat 1902'de Amerika Birleşik Devletleri'nin Kaliforniya eyaleti Salinas kentinde doğmuş. 20 Aralık 1968’de de bağımsız sanatın başkenti New York'ta yaşamını yitirmiş... 1940 Pulitzer Ödülü ve 1962 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi gerçekçi roman-öykü yazarı olarak tanımlanıyor… Benim için liseli yaşlarımın büyük arkadaşlarından bir tanesi…

Bir ırgat ailesinin çocuğu. Yaşıtları gibi o da küçük yaşlarda çiftçilik yapmış… Doğduğu yıllar Amerika’nın ekonomik buhranları sık sık yaşadığı yıllar. Sefalete yakından tanıklık ediyor. Sonra 1920-1926 arasında aralıklarla Stanford Üniversitesi'nde okur. Okul boyunca da emeğiyle çalışmak zorunda kalır. Bir yandan üniversite de okurken bir yandan da hayatının üniversitelerinde çalışmak zorundadır… Duvarcılık, boyacılık, kapıcılık, eczacılık gibi işlerde çalışır. Hepsinden de mezun olur ama Stanford’u bitiremez… (Sanırım benim eksiğim bu :))

Tabi hayat üniversitesinden başarıyla mezun olunca yazmayı sürdürür… Malzeme boldu! Amerikan kapitalizmi halkın üzerinden silindir gibi geçiyordu. Yoksulluk toplumun ciğerlerini söküyordu. 1929 yılında başlayan buhran emekçileri daha yoksullaştırmıştı. 1939’a kadar da bu süreç yükselerek devam edecekti… Hatta sinemada müzikaller dönemi de bu dönemin bir ürünüydü. Bir sinema seyircisi “bizi müzikallerden mahrum etmeyin.” diye Hollywood stüdyolarından birine mektup yazacaktı… Emekçilerin hayatında başka bir renk kalmamıştı. Zaten ses ve renk de bu yıllarda sinemaya katılacaktı. (Ses 1926, renk ise 1933) (Sonra Amerika işi çözecek ve buhranları savaşla aşmaya çalışacaktı.) 1929 buhranı da 2. Dünya Savaşının başlamasıyla bitecekti…

Steinbeck, ilk romanlarından başlayarak hep işçileri, yaşam koşullarını, ilişkilerini anlattı. İlk kitabı " Altın Kupa " (1929). 1936'da yayınlanan "Bitmeyen Kavga"da tarım işçilerinin grevi ve bu greve önderlik eden iki Marksisti anlattı. Amerikan çalışma sistemine keskin eleştiriler yöneltti.

Kendisine "Pulitzer Ödülü" getiren ünlü romanı "Gazap Üzümleri" 1940'ta sinemaya aktarıldı. II. Dünya Savaşı yıllarında daha çok ideolojik eserler verdi. İzleyen yıllarda politikadan uzak, eğlendirici yanı ağır basan duygusal öğelerin de yer aldığı eserler ve senaryolar yazdı. 1962'de edebiyata katkılarından dolayı Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü.

Üçüncü kitabı "Fareler ve İnsanlar" 1937'de yayınlandı. Bu kez iki göçmen işçi arasındaki garip ve karmaşık ilişkinin öyküsünü anlatıyordu.

John Steinbeck'in “Fareler ve İnsanlar” adlı kitabına sansür girişiminin ardından konuşan İzmir İl Milli Eğitim Müdürü Vefa Bardakçı, “Kitabı okumadım ama o bölümleri okudum. Vallahi bir gencin çok da bilmesi gereken önemli bir konu değil diye düşünüyorum" dedi. Vefa Bardakçı’yı tanırım. İzmir’e Çanakkale’den gitti. Kitabı okumamış biri için gayet başarılı sayılır. İzmirli dostlar düşünsün :)) Vefalı bir müdür... Edebiyata bayılır... 

Şöyle bir arkaya yaslanıp da düşününce hakikaten Steinbeck tehlikeli bir yazar… Ama ben yine de müstehcen bir tarafını göremedim. Eğer birileri beni aydınlatırsa sevinirim…

Maksat sol gösterip sağ vurmaksa bunu anlarım… Bence yasaklamayın! Yakın gitsin! Yakışır…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

3 Ocak 2013 Perşembe

“…dağlar beklemiş, dağlar ağlamış…”



Hayat akıyor… Pahalı olsa da akıyor. Bir bir eksilsek de akıyor… Zamana bir türlü hükmedemiyoruz. Olması gerektiği gibi zaman akıp gidiyor. 2013 kapısı açıldı. 2012’den bir farkı olmasa da zaman işte… Sıçradı bir kez daha…

2012’den Kaz dağlarını yaralı miras aldık. 2013’de daha da fazla yaralanacak Kaz Dağlarını… Her tarafı deşiliyor, parçalanıyor, deliniyor… Kaz dağları kanıyor… Önce sularımız kirlenmeye başladı. En çok sevinen sucular… Kaz Dağları’nda pet şişeden su içiyoruz. Oha…   

Ferit Edgü’nün “O” romanında dağlardan bahsederken insanlarla olan ilişkisini özetler… “Dağlar feryat eder. Biz yalnızız der, ağlar sızlar. Rabbim yalnız değilsin der. Bak şu insanlara(!) bu insanlar çaresiz, bu insanlar umutsuz, bu insanlar size sahip çıkar, bakar der. Dağlar beklemiş, dağlar ağlamış, sonra biz insanlar dağlara konmuşuz…”  Dağlar yıkıldıktan sonra konacak bir yer kalır mı?

Bu mücadele sürmeli… Dağlarımızı korumak zorundayız. Buna mecburuz. Dağlar da giderse çok yalnız kalırız. Bize göz kulak olacak hiçbir şey kalmaz geriye. İnadına direnmeliyiz.

Sadece Kaz Dağları değil… Şimdi de Karadeniz yaylalarına çimento fabrikası kurmaya çalışıyorlar. Nedir bu dağlarımızın çektiği? Oldu olacak tüm Anadolu’yu dozerlerle düzleyin olsun bitsin! Azar azar yok edeceğinize el birliği ile düzleyelim!

21 Aralık’ta Karaköy’deydik… Manzara güzel… Kaz dağları dimdik arkamızda… Köylüler isyanda! Kimin umurunda? Bizim umurumuzda! Olmak da zorunda! Kazanmaya mecbur olduğumuz bir noktadayız! Eğer seyretmeye devam edersek, Bayramiç manzaralı bir kentte oturuyor olacağız… İşte o zaman ne Çanakkale Boğazı kalır, ne de yaşadığımız kent! Artık “bakalım ne olacak” modundan çıkıp, yüksek sesle dikilme zamanıdır! Yoksa terk edelim gidelim derim… Hiç olmazsa çocuklarımızın yüzüne bakabilecek durumdayken!

Bizim büyük ikramiyemiz bu kent! Bu coğrafya! Komşularımız! Dostlarımız! Çocuklarımız! Barışımız! Küfürlerimiz! Aşklarımız! Hoşgörümüz! Yarına dair düşlerimiz! Sonsuza yolladığımız canlarımız! Hepsi ama hepsi bu kent!

Yaşlanıyoruz, ölüyoruz, çoğalıyoruz… Bize mukayyet olan hep bu kent! Bu kent sadece bizlerden oluşmuyor! Sorumluyuz! Sonuna kadar geleceğimizden sorumluyuz! Dağlardan sorumluyuz! Börtü böcekten sorumluyuz! Kurbağalardan, balıklardan, çiçeklerden, ağaçlardan, akan derelerden, uçan kuşlardan sorumluyuz… En önemlisi birbirimizden sorumluyuz!

Kentin sesini dinleyin!… Sizinle konuşuyor… Bir şeyler söylemeye çalışıyor… Hissedin onu! Mutlaka duymayı başaracaksınız!

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

Not: (Gestaş Hasan’a) Hasan kardeşim… İyi güzel yapmışsın! Karşıya geçerken aldığımız biletle gece 24’e kadar geçerli. 24’ten önce dönüş aynı biletle yapılabiliyor… Peki, ama ben niye dönemiyorum… Çünkü bunu belirtmemişim. İlle de söylemek mi gerekiyor? Tamam, yapmışız bir hata! Peki, ben gece 12 gemisi ile gececem… Aynı gemi ile dönmeye kalksam dönemiyorum. Neden çünkü aldığım bilet o günün 24’üne kadar geçerli! Yapma Hasan böyle olmaz! Ya uygulamayı kaldır (Ben nasılsa yararlanamıyorum :)) Ya da biletler 24 saat için geçerli olsun! Korkma zarar etmezsin!) Bu arada bana 24 lira borçlusun! Bunu kesin belirmem lazım… Bu işi bir daha düşün derim! Çanakkale çocuğusun seni sever, destekleriz… Gözlerinden öperim Hasancığım…