Babam
faturalarına bakıyor. Annem bazılarının fazlalık olduğunu düşünüyor. Düşünmek
de zorunda çünkü 2013 Türkiye’sinde emekli olmak zor. En üstte ev telefonunun
faturası var. Hiç konuşmamışlar ama fatura otuz küsur lira… Her ikisinin de cep
telefonu var. Ailenin en zekisi benim ya…
“Bu fazla” diyorum. “ Nasılsa ikinizin de cep telefonu var. Kapatın
gitsin…” Babam gözlüklerinin üzerinden bakıyor; “sen ne diyorsun?” der gibi. Bu
bakışları iyi bilirim…
O bakışların
üzerine “Ne oldu? Hiç konuşmamışsınız. Boşu boşuna ödenen bir para?” diye de
üstüne üstlük ekliyorum… Babam sazı eline alıyor. Öğretmen emeklisi ya… İlle de
dersimi verecek! “Ben o telefonu konuşmak için tutmuyorum. Tüm arkadaşlarım,
tüm dostlarım, herkes o telefonu biliyor. O telefon sadece bir telefon değil…”
Odun gibi
kalıyorum… Hatta su çekmiş meşe odunu gibi… Oysa ben iletişim mezunuyum. Bunu
göremiyorum. Babam, geçmişiyle iletişim hattını koparmamak için o faturaya
katlanıyor. Bana bir iletişim dersi veriyor… Körleşmişim…
Ben
katlanamıyorum… Katlanma sınırını delip geçmişim. Belki haklıyım belki değil.
Önemli olan da bu değil zaten. Kavramın kendisinde gizli… “Katlanmak.” Aslında
düşününce ilk akla gelen dürülmek… Kat kat olmak… Hatta ortada bir yerlerde kaçak
kat haline getirilmek gibi… Olmaması gereken yerde olmak gibi… Gibi gibi yani…
Yaşam,
düşündüğümüzden daha basit... Temel istekler, temel dürtüler, temel
alışkanlıklar. Hepsi basit ve geçiştirilemeyecek şeyler. Diğerleri, modern
toplumun bastırmaları. Uzun süredir “cep telefonsuz” bir hayat tasarlamayı
düşünüyordum. Dostlar arasında birkaç kez dile getirdim. “Olmaz” dediler… Nasıl
yani? “Olmaz işte.”
Peki, ama biz
bundan bir buçuk, iki on yıl önce telefonsuzduk ve oluyordu… Şimdi niye olmasın
ki? Bence olmalı… Hayatı kolaylaştırmıyor. Aksine zincirliyor… Ben bu bilindik
dünyaya bu kadar bağlı olmak istemiyorum ki…
1980’lerde İngiliz
entelektüelleri evlerinde televizyon yok diye övünürlerdi. Benimkisi öyle bir
şey de değil. Ayrıca entelektüel de değilim. Ama prangalardan da kurtulmak
istiyorum. Olmazmış… Olacağını düşünüyorum.
İletişim
körleşmesi çift taraflı… Kitle iletişimi de farklı değil… Adamı, adamakıllı
körleştiriyor… Dün, oyunun kuralları belliydi… Yönlendirme, bireyin kararlarına
müdahale kitle iletişim temel düsturuydu. Bugün? Saklandırılmış kodların hücumu
gibi… Çin ordusu yanında seyrek kalır.
Cilalanmış
bir hayatın temel argümanına dönüşmüş durumda… Taşın da cilalanmış bir dönemi
vardı. Şimdi de modern toplumun cilalanmış evresindeyiz… Her şey bu kadar
alenen yapılırken, bile bile yutturulan hapın etkisiyle mutlandırılıyoruz.
Tosladığımız
duvarların arkasına gizlenip, yokmuşuz gibi yapmaya devam ediyoruz. Yok devenin
kuşu… Şimdi bir de Avustralya’ya gidecek takatim de yok… Devenin boş kuşlaıyla
devam edeceksiniz…
Körleşme…
Yukarıda
yazdığım üçüncü paragrafa dönüyorum… Çok uzaklara geziye çıkacağım… Kendimi
gezi kolu başkanı olarak atıyorum belki Tebdil-i Mekanda Ferahlık Vardır…
-geMici-
BATI-feneri
ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…
(Ne yazdığımı ben de bilmiyorum. Vatanseverler yazısında
İskenderun yerine ha bire Mersin yazmışım. Adam disleksi olunca bunlar oluyor…
Beynim ne okuyorsa o! Diğerleri yalan… Böyle işte… Körleşme aynı zamanda bir sınav sorusuydu. Nabi Avcı sormuştu. Yazarı kim diye... Şimdi Milli Eğitim Bakanı oldu... Tebrik ederim. Ciddi bir entelektüeldir...)