27 Temmuz 2015 Pazartesi

Hayatımda hiç bir şey değişmedi…

7 Haziran seçimleri gerçekten yapıldı mı? Yoksa biz yapıldığını mı sanıyoruz da yapılmadı mı? Seçimi neden yapıyoruz? Bir şeyler değişsin diye… Değişmediğine göre…

AKP iktidarı kaybedeli 51 gün oldu. Hala “iktidar” gibi davranıyor. Memleketin gidişatına hala tek başına karar veriyor. Muhalefete bilgi vermek gibi bir derdi de yok. 51 gün oldu ortada 7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan “milli iradeyi” takan yok. Biz niye seçim yapıyoruz ki?

45 günlük süre Ağustosun 25’inde doluyor… Hükümeti kurmakla görevli AKP, tüm süreci bitirmek için koalisyon görüşmelerini 45 güne yaymış, keyfine bakıyor… “Kasın 29’da yeni bir seçim var” çünkü 7 Hazirandaki seçim yokmuş… Bu mu yani?

Bu memlekette olmayanları saysak, saymakla bitmiyor…

Demokrasi açılımı dendi, yalan oldu. Liberaller ve sol liberaller silkelendi… Gezi direnişiyle şiddetin boyutunu gördük.

Alevi açılımı dendi, yalan oldu… Aleviler silkelendi…

Barış açılımı dendi, akil adamlar falan filan derken ortada bir açılımın olmadığı görüldü. Barış yalan oldu!

Ermeni açılımı “Bana af edersiniz ermeni olduğum bile söylendi.” diyerek böyle bir açılımın da olmadığı ortaya çıktı.

Komşularla sıfır sorun açılımı dendi… Oturup iki laf edeceğimiz bir tek komşumuz yok. Hatta savaşı kendi topraklarımıza ithal ettik.

Eğitim açılımı da gördüğünüz gibi… Kapa okulları dershaneleri ortada mis gibi açılım kalsın!
Açacak başka ne kaldı?

Ne söyledilerse olmadı… Bürokrasiye müdahaleleri, yeni atamaları ve daha aklınıza ne geliyorsa dibe vurdu. Ve hala iktidarmış gibi davranmaları… Manzara bu!

Seçim öncesi yaptıkları bütün propagasyonlara, kontrol ettikleri medyaya rağmen kaybettiler. Eşit bir seçim olmamasına rağmen ama hala iktidar pozları takınmalarına bu ülke katlanmak zorunda mı?

Muhalefet, gereğini yapsın diyeceğim ama birinin gözlerinde fena şekilde bozukluk olduğu anlaşıldı. Diğeri hala elini taşın altına koyacak ama taş arıyor…

Bu durumda…

29 Kasım seçimlerinde ne değişecek? Ya da yine seçim yapılmış gibi mi davranılacak? Boş verin seçimi falan, nasıl olsa seçim de olsa hep iktidarsınız! Umurunuzda mı memleket? 78 milyonun karşılığı 1 adam etmiyor…

Son bir not düşeyim… 29 Kasım seçimlerine Cumhurbaşkanının isteği doğrultuda gidilecek. Bir seçim hükümeti kurulmak zorunda kalacak. Kurulacak bu hükümette meclisteki partiler milletvekili sayısına göre yer alacak. AKP, CHP, MHP, HDP hükümeti kurulacak… Yasal olarak başka da bir formül yok.

“MHP; ben bunlarla aynı zeminde olmam” diyecek mi?

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

23 Temmuz 2015 Perşembe

Eğitim şart…

Adam 4.7 milyar kilometre öteye gönderdiği uzay aracıyla Plüto’nun fotoğraflarını çekiyor. Memlekette evinin yolunu bulamayan adamdan geçilmiyor. Aramızdaki eğitim farkı 4.7 milyar kilometre… Hesap ortada. Bu hesabı bile yapabilecek devlet adamını geçtim, eğitimci bulamazsınız…

Bir; son 65 yılda eğitime yön veren iktidarlar, iktidarlarını sürdürebilecek kuşaklar yetiştirmek için yaptıkları eğitim(!) düzenlemelerinin somut sonucu hahan da budur!

Çok iyi bildiğim bir örnek… Köy Enstitülerini kapadılar Öğretmen okuluna dönüştürdüler. Öğretmen okullarını Öğretmen liselerine sonra da “Anadolu öğretmen liselerine sonra da tümden kapadılar. Köy Enstitülerinden kurtulmaları 63 yıl sürdü…

Eğitim üretim ilişkisini kopardılar… Yerine daha “ulvi” okullar açtılar… Düşünmeyen, soru sormayan, sorgulamayan, felsefesiz, matematiksiz, okumayan, okusa bile okuduğunu anlamayan bir kuşaklar silsilesi…

Hani televizyonda haberler izliyorsunuz ya… (Dikkat ederseniz okuyorsunuz demiyorum. Okumak bile artık çok elit bir durum) Hiç merak etmeyin onların da yüzde 99 ne dediğini bilmiyor… Seviye aynı yani…

İki; bunun böyle gitme şansı yoktur! Nereden mi biliyorum? Toslanan duvardan… Duvara tosladılar ve ne yapacaklarını bilmiyorlar…

Üç; içinde bulunduğumuz çıkmazın temel nedenlerinden biridir eğitim… İçinde bulunduğumuz şiddetin de kaynağıdır… Akan kanın da bundan sonra çıkacak çözümsüz sorunların da… Hazır olun derim…

Dört; Milli Eğitim Bakanlığı tamamen kapanmalıdır ve dağıtılmalıdır… Memlekete yararı olmayan bir bakanlığa ihtiyaç yoktur. Revizyonla falan çözülebilecek bir durum ortada yoktur.

Beş; Eğitimde temel hedefler yeniden belirlenmedir… Eğitim – üretim ilişkisi yeniden kurulmalıdır. Bilimsel çözümleme yapabilecek, analitik düşünceyi hayata geçirebilecek bir bilim hedeflenmelidir.

Sonra?

Hükümetlerin kontrolü dışında özerk bir “Eğitim Sistemi” örülmelidir. Hem de sıfır yaştan ölünceye kadar sürecek bir sistem yapılandırılmalıdır. Gerekiyorsa da zorunlu bir süreç olmalıdır.
Bütçenin yüzde ellisi –hiç olmazsa ilk 20 yıl- bu kuruma verilmelidir…

Benim aklım yettiğince yazdım… Mutlaka benden daha akıllı adamlar vardır. Belki onlar daha iyi bir sistem önerirler… Ama bu eğitim sistemiyle, bu bakanlıkla, bu kadrolarla bu iş görüldüğü gibi sürmeyecektir. Çok fena tosladık!

Yarın bunları tartışamayacağız bile… Çünkü Merkez Ortaokulu’nu nasıl bu kentten çaldılarsa, düz liseleri nasıl kapattılarsa ve yerine getirdikleri “çocukları itaatkar” yapma sistemini nasıl getirdilerse, hayatı da öyle tüketecekler…

Şiddetin hayatımızda kanıksanmış bir şeye dönüşmesi nasıl 65 yıl aldıysa, bu işin düzelmesi de en az bu kadar alacaktır…

Eğitim şart… Alttan falan da değil ha, tepeden başlaması şart!

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…


21 Temmuz 2015 Salı

Barıştan daha iyi bir önerisi olan varsa; buyursun...

Benim başka bir önerim yok... 

Yaşanılan bunca yaradan sonra ne yazılabilir? Küfretsek, bağırsak, yürüsek, sloganlar atsak, yazılar yazsak, resimler çizsek, filmler çeksek, şiirler yazsak, okusak, en yürek burkan notaları dinlesek? İçine düştüğümüz vurdum duymaz şiddetin önüne nasıl geçeriz?

Barış yoksa biz diğer sorunları nasıl konuşacağız? Gencecik çocukların ölümüne sadece bakarak mı kanlarımızı soğutacağız?

Ne?

Bob Marley vurulduğu günün ertesinde konsere çıkmaya hazırlanır. Bir gazeteci sorar; "Bu yaralı halinizle mi konsere çıkacaksınız?" O gazeteciye bakar; "Dünyayı daha kötü hale getirmeye çalışanlar bir gün bile durmazken, ben nasıl durayım? Karanlığı aydınlat."
Durmayacağız... Barışa kadar durmayacağız! Duramayız... Meydanlara çıkıp kararlılığımızı göstermek zorundayız!

75-80 arası öldürdüler... Kahveleri taradılar, yetmedi! Öğrencilerin üzerine bomba attılar, yetmedi! Bahçeli evlerde çocukları boğazladılar, yetmedi! Maraşta, Çorumda, Sivasta kitle katliamı yaptılar, yetmedi!

80'de işkence tezgahları kurup idam sehpalarına bir bayrak gibi astılar, yetmedi!
Madımakta yaktılar, yetmedi!

"Hayata dönüş operasyonu" dediler, yetmedi!

Gazi Mahallesinde katliam yaptılar, yetmedi!

Gezi direnişinde çocukları gözümüzün önünde döverek, vurarak katlettiler, yetmedi!
Şimdi, Suruç...

Kana doymadılar...

Barıştan daha iyi bir önerisi olan varsa dinlerim... 77 yılından beri katledilirim (benim tanık olduklarım. Tarihe bak(a)mıyorum bile...)

Yetmedi!

Hesap ortada... Artık bu hesap kapanmalı... Benim artık cümlem kalmadı. Daha iyi bir öneriniz var mı? BARIŞ...

Barış yoksa hiç bir şeyi konuşamayız... Gencecik askerlerin, çocukların, gerillanın ölmesi yetmez mi? Çok fazla kan ve vahşet...

Barış yok!

Bu barbarlığı birlikte önleyebiliriz!

-geMici-

gemici@yandex.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...


20 Temmuz 2015 Pazartesi

Koalisyon…


“Ak Parti’nin yolsuzluk suçlamaları, kibir vs gibi yoğun suçlamalara hedef olan tavırlarla ahlaki üstünlüğünü kaybettiğini” tespit eden Başbakan Davutoğlu olduğunu basındaki köşe yazılarından anlıyoruz…

Bunlara katılmam mümkün değil… AKP ne zaman ahlaki üstünlüğü yakaladı da biz fark ed(e)medik? Vatandaşların; “çalıyorlar ama çalışıyorlar” gibi saçma sapan gerekçelerle AKP’ye neden oy verdiklerini açıklayan birçok kahve sohbetine tanık olduğunuza eminim… Hırsızlığı yüz kızartıcı suçlar kapsamından çıkardıysanız sorun yok…

Yani “ahlaki üstünlük” ya da “ahlaki çöküntülük” AKP’nin kaybettiği oyların temel tespiti olma olasılığı pek yok. Zaten bu tespiti yapanların da ya da destekleyenlerin de buna pek inandıklarını sanmıyorum.

İnansalardı 80’er milletvekili olan iki partinin RTÜK üyelikleri tespiti bu şekilde olmazdı. Buradan da anlaşıldı ki, meclis başkanlığının karşılığı “al gülüm ver gülüm”dür… Bilmeyene bir not: Mecliste geçerli olan milletvekili sayılarıdır. Aldığınız oy oranıyla iş görülmez…   

TBMM, ülkenin tartışılmaz tek sorumlu organıdır. Seçim sistemine, partiler yasasına katılmasam da öyle ya da böyle TBMM’nin üstünde başka bir kurum yoktur. Seçimle gelen meclis üyelerinin “biz sol tarafı flu görüyoruz.” red edişi aynı zamanda kendi durduğu yasal seçilmiş zemini yok saymaktır.

8 Haziran süreciyle başlayan bu red edişin sonunda bir meclis başkanlığı ve bir RTÜk üyesi kazanan müstakbel koalisyon üyeleri yoluna nazlı nazlı devam ediyor…

AKP’nin “ahlaki üstünlüğü kaybetmesi” tespiti CHP ile kurulacak bir koalisyon hükümetiyle tekrar kazanılabilecek bir durum değildir. Her şeyden önce “ahlak” gibi bir üst yapı kurumunun alt yapıda üretim araçlarıyla üretim ilişkilerini değiştirmeden değişmesini beklemek oldukça komik olur… Bu espriyi benim bile yapma olasılığım şimdilik yok.

“Ahlaki üstünlük” aslına bakarsanız düşünce sistematiğinin bir yansımasından başka bir şey değildir. Mevzuya buradan bakarsanız ülkece içinde bulunduğumuz durumun nedenselliği 24 Ocak kararları gibi apaçık karşımızda durduğunu görürüz.

Dış politikadan iç politikaya, kurumların erozyonu, toplumsal şiddetin yükselişi, çevre katliamının vurdumduymazlığı, ekonominin nefessiz kalışı, “akarken doldur baba!” Lafları hepsi ama hepsi işte tam da bu noktada ayrışıyor…

Bu aynı zamanda hayata bakış açılarımızın da farklılıkları…     

Müşterek asgaride buluşma yalanlarını arkada bırakarak geleceğe bakmak zorundayız… Hiçbir asgari müşterek bu iki farklı düşünceyi bir araya getirebilecek, koalisyon kurmayı sağlayacak felsefeyi içermiyor… Hayat bazen bizi körleştirir… Size olabilecekmiş gibi gelebilir… Bir sakıncası yok.

“Dönülmez akşamın ufkundayız” tavırsızlığıyla yola devam…

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

Halksız devlet…

Olunca her şeyi de yapabileceğini sananlar, “yeşil yolu” kendi yeşillerine dönüştürmeye karar verdiler! Halk da onlardı, devlet de… Her şey olunca da nergisliğin zirvelerinde kendilerine yeni yol aramaya koyuldular… 

Zaten on üç yıldır yaptıkları tam da buydu!
Her şey onlara aitti ya da tabi… Halk tanımı da sandıktan çıkardıkları yüzde elliyle ölçülen “yaptığım yaptık” kitlesiydi. İnançları yeşile endeksli “kahramanlık türküleri” olunca da değil 2500 metre yükseklik uzayda olsa fark etmezdi… Bu kaçınılmaz durumdan “zevk almak” mümkün olmasa da önerilen buydu!   
Karadeniz’in doğusundan Kazdağıları’na kadar rastladığımız doğa tecavüzünün sonucu ortaya çıkan birçok çocuğa; termik, altıncı, Hes gibi isimler takan işbirlikçi “Bülentler” memleketin “mutlak sahipleriyiz” rolleriyle kendilerine “yeniçağın efendileri” rolünü kestiler…
Oysa ortada dolanan sadece kağıttan çiziktirilmiş kaplanlar vardı. Hayvanat bahçesinden kaçma lüksleri olmayan sermaye şekli verilmiş birkaç gözü doymazdan başka bir şey değildi.
Gerçeği yokmuş gibi yapıp “suni denge” üstünde oturan birkaç çeşidin oluşturduğu bürokratımsı sermayenin oligarşisinde “devlet” tanımı yeniden dizayn edilirken, kendi açtıkları doruklarda tosladıkları sıradan bir insanın devlet tanımı karşısında yapabilecekleri sadece yok olup gitmekti…
Ne dedi o yaşlı kadın: “Halk benim…”
Unutturmaya, uyutturmaya, korktukları kelime buydu… HALK…
1789 Devrimi beklenen bir devrim değildi… Ekim devrimi beklenen bir devrim değildi… Gezi Direnişi beklenen bir şey hiç değildi… Nicel birikim, nitel dönüşmeye yol açıyordu ve bu çok anlık bir sıçramaydı… Onların da unuttuğu buydu! Hatırladılar ve korktular!
Üretime değil de TOMA’ya yapılan yatırımın da nedeni buydu! Ortalıklara saçılan plastik mermilerin yerini ne zaman gerçeği alırsa devrimin tarihi de odur!
Mülki erkan, teknokrat, bürokrat… Polis, asker… Daha da ne varsa… Önlerine gelen tarihe iyi bakacaklar! Ve kararlarını verecekler! “Halk” mı, “yeşil yol” mu? Verdikleri kararlar sürecin de derinliğini belirleyecek… Şiddetin sınırlarını çizecek.
Gezinin çocukları hatırlanacak… Aklılarda kalan “kırmızılı kadın” gibi Karadeniz’den de o yaşlı kadının “Halk benim he!” haykırışı kalacak…
İyi bakın tarihe!
-geMici-
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…
Not: Bu bir çevre yazısı nedir…

2 Temmuz 2015 Perşembe

Baraj…

Frikik çekilirken kalecinin takım arkadaşlarına gol yememek için kurdurduğu settir. Benim aklıma bu geliyor… Yani istiyorsanız siz de kendi barajınızı kurabilirsiniz. Bir nehir bulun, onun doğal akışını bir setle kesin, bir barajınız olsun. Para biriktiremiyorsunuz bari su biriktirirsiniz… Nasıl olsa asgari ücrete 51 TL zam yapıldı! Ufak ufak biriktirin ki, kumbara şımarmasın.

Son 13 yılın iktidar partisi de daha maçın başında gol yiyecekti ki, Türkiye 80 kişiden kurulu barajı geçemedi. Maçın başında atılacak bir gol, 17/25, hukuk, güçler ayrılığı, demokratikleşme, yeni seçim yasası, partiler yasası, iç güvenlik yasası, anayasa derken finale kadar gidilecekti.

Barajdan dönen top muhalefet kalesine gol olunca final rüyası da bitti…

Bu daha maçın birinci yarısı… Hatta maçın başı... Maçın ikinci yarısı başlamadan maçı federasyon başkanı kararıyla iptal edilip takımlardan yenilenme istenirse, aynı kadrolarla ve aynı transfer kurallarıyla takımlar Kasım ayına hazırlanacaklar…

Bence 7 Hazirandaki kurallarla gidilsin… Ve yüzde 10 barajını kimin geçip kimin geçmediğini tribünlerden bir kez daha görelim… Görelim ki, takım oyununun ne olduğunu ne olmadığını 77 milyon “tribün antrenörü” olarak anlamış olalım…

Bu baraj vakasının halk barajı karşısındaki durumunu anlamış olalım…  

Transfer sezonunda atıp tutması kolay… Yok, asgari ücret 1.400 tl olacakmış da (51 tl zam yapıldı. Duymamışsınızdır diye bir kez daha yazayım), Emekliye yılda iki kez asgari ücret kadar ikramiyeymiş falan filan… 17/25’e, 4 bakana da yazı tura atalım ki, top ve kale seçimi tamamlansın…

Maçta görmemiz gerekenleri de görmüş olduk. Hakketen güzel vurdu… Jeneriklik gol oldu!

Tribünlerde Meksika dalgası yapalım diyorduk şimdi yenen golü düşünüyoruz… Futbol bu; her şey olur… Gol de yenir… Ama kendi kalesine de böyle vurulmaz ki… Metin Oktay’dan sonra bir kez daha ağlar parçalandı…

Bir gün olur da finale kalırsak bu takımdan hiç biri finalde olmayacağını da göreceğiz… Bu takımla değil final oynamak sadece kümede kalmaya oynanır. Düşme de kesin gibi… İşin garip yanı bulunduğumuz ligden başka lig de yok. Küme düşersek sadece kumda oynarız…

Maçı kurtarırsa tribünler kurtarır. Tek umut tribünler… Hatta boş verin tribünü sahaya inin… Golü yine biz atarız… Bekleyin, kramponlarımı giyeyim…

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…