26 Ağustos 2011 Cuma

İkili Ulusal Lig

Bayram yazısı yazmam gerekiyor… Yazmayacağım! Onun yerine erkeklerin bir numara hafta sonu zevklerini yazmaya karar verdim. Nasıl olsa birileri bol bol “eski bayramlar” nostaljisi yapacaktır.

Bira, nar gibi kızarmış patates ve televizyonda maç… Bu üç element yan yana geldiğinde tadından yenmez. Bir de izlediğiniz maç Galatasaray – Fenerbahçe maçıysa değme keyfine…

Geçtiğimiz yıl neredeyse küme düşüyorduk… Oğlum Fenerbahçelidir… Benimle dalga geçiyordu. “Babam, küme düşerseniz üzülme. Biz de düşeriz. Yoksa ligin tadı olmaz.” diyordu. Kendince dalga geçiyordu… Bu ince ince takılmalar bize özgü değildi. Yüzyıldır süre gelen iki takım taraftarı arasındaki takılmalardı. İşin zevki de böyle çıkıyordu.

Sonra?

Bizim için kabus gibi geçen sezon son buldu… Fatih terim tekrar başa geldi… Ardı ardına transferler yapıldı. Daha da yapılacak ama hepsi boşuna… Fenerbahçe ile oynamadıktan sonra, onları sahada yenmedikten sonra bunların hiçbirinin anlamı yok. Hepsi boşuna yapılmış transferler…

Son iki aydır rakibimiz Fenerbahçe’nin başında kara bulutlar dolaşıyor… Ne olduğu belirsiz bir kaosun içinden çıkmaya çalışıyorlar… Açıkçası bu durum benim hiç ama hiç hoşuma gitmiyor. Son gelişmelerden sonra Fenerbahçe Bank Asya 1. Ligi’ne düşürülmeleri için başvuracaklarını açıkladılar. Böyle bir şey gerçekleşirse aynı başvuruyu bizim de yapmamız gerekecektir. Yoksa bu yıl lig oynanmış oynanmamış hiçbir manası yok! Rakip yoksa lig de yok! Olmasın! Oynamayalım…

Galatasaray – Fenerbahçe çekişmesi böyle bir şey… Bu çekişme aynı zamanda dayanışmayı da getirmeli ki, ezeli rekabet devam etsin… Aslında tüm lig, Fenerbahçe – Galatasaray demek… Eğer bu ikisi olmazsa süper ligin bir değeri mi var. İşte bunu anlamıyorlar…

Ben olsan 34 haftalık ikili lig düzenlerim… Birisi birinci diğeri ikinci olur… Her ikisi de Şampiyonlar ligine gider. Olur biter… Figüran tayfası da kendi liglerinde devam eder. Peki, hangi lig daha fazla artı değer yaratır acaba? İsterseniz bir deneyelim…

Bence yapılacak en akıllı şey budur… 34 hafta süren süper üstü ikili lig… Muhteşem olacaktır. Bu yazıyı yetkili birileri okusa da gündeme getirse… Hatta kentimizin ileri gelen, uç taraftarları bunları yönetimlerine taşısa da ulusal düzeyde tartışabilsek!

İşte o zaman “Bira, patates kızartması, tv’de maç” keyfi katlanarak artar… Süper bir şey olur… Yok playoofmuş, yok uyduruktan şike yorumlarıymış, yok bilmem neymiş de olmaz! Herkes yoluna bakar… Bak bakalım o zaman TFF falan da kalır mı… Ortaya bol bol sansasyon yaratan basın masın da olur mu?

Her şey rayına oturur… Süper üstü ligin iki takımı parasal sıkıntılarını da bir çırpıda çözmüş olur… Haydi herkes kendi ligine… Muhteşem iki takım, muhteşem iki stat…

Bak aklıma ne geldi… Her hafta Türkiye’nin bir kentinde de oynanabilir… Erzurum Derbisi, Çanakkale derbisi, Artvin derbisi, Hakkari Derbisi, Adana Derbisi, Aydın Derbisi, Kütahya Derbisi gibi…

Hoş olur… Türkiye yıkılır… Hem dayanışama, hem de ezeli rekabet… Doya doya bir yıl! Bırakın federasyon kumda oynasın…

Hanım patatesleri kızart… Aç oğlum şu televizyonu… Süper üstü ikili ulusal ligimiz başlıyor…

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

17 Ağustos 2011 Çarşamba

One minute! Ok! Just to be Adam… (Bi dakka! Tamam! Adam olmak üzereyim…)

Hatırladığım kadarıyla böyle bir şeydi… Bu adam olma süreci ne zaman başladı derseniz, bana göre “one minute”yle başladı derim. Belki daha öncesi de vardır fakat ben daha öncesini hatırlamıyorum... El altından adam edilmeler (Diyanet İşleri eski başkanı, Kızılay başkanı gibi) bu yazının konusu değildir. Bunu da hatırlatmak isterim…

Önce “one minute”la İsrail terbiye edilmeye başlandı. Bu çıkışı ne İsrail bekliyordu ne de dünya. Memleket gururla doldu. Çok gurur duyduk. Bugüne kadar asla böyle bir söylem geliştirilmemişti. O güne kadar “dış işleri”nde çalışmak memleketimizdeki en rahat işti. “Yurtta barış Dünyada barış” cümlesini ezberledin mi gerisini ‘oluruna bırak’ politikasıyla devam edip gidiyordu. Lakin bu “one minute” tam ezber bozan şeydi.

Ortadoğu’daki her komplo teorisinin altında –mutlaka- aranan İsrail hak ettiği “dur bakalım” cümlesini Şimon Peres’in şahsında bizim başbakanımızdan duyuyordu. Bir şeylerin değişmeye başladığı kesindi. Herkes şaşkındı. İsrail adam ediliyordu… Gurur duyduk.

Maden İsrail adam edilebiliyordu her şey adam edilebilirdi… Ergenekon davaları başlamıştı ama içerideki general, amiral sayısı pek azdı. Olanlar da zaten emekliydi. Dava sayıları 2, 3, 4 gibi numaralandırılarak –sayıdan pek emin değilim- bir de buna ek olarak ‘balyoz’ eklendi. Süreç hızlanarak irtifa kazandı. Madem her şey ‘adam’ edilecekti buna TSK’da dâhildi… Çaktırmadan gazeteciler de arada adam edilmedi değil hani… Diğer yandan bir de “Arap Baharı” vardı… Bir dostumun 22 Temmuz seçimlerinden sonra dediği gibi: “Araplar uyandı, bunlar uyanmadı.” Hakikaten öyle miydi acaba?

Uluslararası arenadaki gurur tablomuz Libya ile devam etti… Cezayir, Tunus ve Fas’ta başlayan olaylar Mısır’a oradan da Libya’ya doğru “domino” etkisi gösterince devreye girmek artık farz olmuştu. Bir an önce demokratik dönüşümün sağlanması telkinleriyle işe girişildi. Kısa bir süre sonra da; “bak bunları bunları yapmazsan karışmayız” tarzı adam etme operasyonlarına başladı. Bütün bunlardan kısa bir süre önce de aynı tarzı Mısır’da uygulamış ve başarılıydık(!)… Kaddafi, mübarek bir adam olmadığından öyle kolay kolay adam olacak cinsten bir lider değildi. Libya’nın tamamını gözden çıkarır yine de adam olmazdı… Aynen de devam etmekte. Lakin sırada kardeş(!) Suriye vardı.

Beşer, akıllı adamdı… AKP hükümetiyle arasını her daim sıcak tutmuştu… Fenerbahçe, Halep Olimpiyat Stadı'nın Açılışında Suriye Ligi Ekiplerinden Al İttihad ile dostluk maçında karşı karşıya geldi. Skor önemli değildi. Stadın açılışına Sayın başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı davet edilmişti. Kardeşlik maçı yapmıştık. Beşer, babasından sonra Suriye’de hafiften ipleri de gevşetmişti. Lakin istenen daha fazlasıydı. Haklıydık da… İstediğimiz Suriye’de tam demokrasiydi. Beşer bunları ya yapacaktı ya da “sonrasına karışmayız”dı… Bir kere adam etme süreci başlamıştı. Bakalım bu adam etmek hikayesi ne zaman ve nasıl son bulacak. Her şey Ramazan’dan sonra nasıl olsa tüm dünya tarafından görülecekti… Adam mı oluyorlar yoksa bildiklerini mi okuyacaklardı… Öyle tankları sınıra mınıra dikmekle olmazdı!

Sonra ünlü 3F’nin “Futbol”u… Dalga dalga futbolun efendileri ifadeye çağrılıp, doğru Metris’e… Futbol da adam edilecekti… Yok öyle teşvikler meşvikler, şikeler mikeler… Sonra adamı böyle safa dizerler… Zaten ne olduğu anlaşılana kadar en az üç sezon geçer… Sonrası? Beşer penaltı atışır, barışırız… Davalar sonuçlanmadan futbolumuz “adam” edilmiştir… Bundan sonra futbolda “te” ve “şi” heceleri bile kullanılmaz.

İstanbul sermayesi ya taraf olacaktı ya da bitaraf… Akıllı adamlar! Taraf olmayı seçtiler.

Üniversiteler öyle bir adam edildi ki, şifreli cevap anahtarları, yanlış-eksik kitapçıklar, istifa etmemeler vs. gırla gidiyor. Hakikaten bir şeyi “adam” edeceksen böyle adam edeceksin!

Sen misin Ramazan Ayı’nda Beyoğlu sokaklarına masa atan! Şimdi işletmecilerin hepsi adam ediliyor. Adamlık sertifikalarından sonrasını merak etmeyin! Ramazan’dan sonra her şey rayına oturur… Beyoğlu’na da gitmeyin!

CHP yemin kriziyle öyle bir adam edildi ki, bu onlara uzun bir süre düşünme olanağı yarattı. DTP yaramaz çocuk gibi… O da büyüyecek ve adam olacak! Başbakanımız Recep Tayip Erdoğan’ın çağrısına uyan “Kürt aydını” (nasıl oluyorsa…) Kemal Burkay sürgünlüğünü geride bırakıp memleketi Türkiye’ye döndü… El üstünde tutuluyor. Aydın ya ondandır… Üstüne üstlük de “Kürt Aydın”ı…

Yargı, HSYK, Anayasa Mahkemesi gibi konuları çemberin dışında tutuyorum… “maden tutuyorsun da niye yazıyorsun?” dediğinizi biliyorum. Adam olma yolundaki belirtilerim böyle bir şey… Başlangıçta olur böyle şeyler.

Meğer ne kadar çok adam edilecek şey varmış. Nasıl olsa bir gün hepimiz adam olacağız…

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR… (Kendime not: Bu yazıyı yayınlamasam da mı saklasam yoksa yayınlayıp da mı saklasam? Adam ol koçum!)

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Bütün şairler birbirini tanır. Herkes kendi şiirini yazar…

Oğlumla dolaşıyoruz… Onun zorlamasıyla şairleri konuşuyoruz. Nazım, Orhan Veli, Behçet Necatigil, Edip Cansever, Ahmet Arif, Turgut Uyar, Sabri kuşkonmaz. Ustalardan aklımda kalan bölük pörçük mısraları, kelime öbeklerini mırıldanıyorum. Gençliğimden miras kalmış birkaç satır. Çok muhtemel ki, genç bir hanıma söylenmek için ezberlenmiş, yılların ardından aklımda kalan metruk bir bina benzeri sözcükler…

Ben belleğimdeki şairleri sıralarken oğlum soruyor; “Babam, onlar birbirini tanır mıydı?” Susuyorum… “Bütün şairler birbirini tanır.” Yine susuyorum… Dudaklarımdan; “Herkes kendi şiirini yazar…” sözcükleri dökülüyor. Yaşam gibi… Kendi şiirlerimizi yazıyoruz.

Oğlum şiirinin daha başında… Ben sona doğru akmaya başladım. Son kelimelerimi yazmaya hazırlanıyorum. Oysa daha yazmak istediğim, okumak istediğim ne çok şiir var. Atlamışım demek… (“Ben hiç şiir yazdım mı?” Sorusu geliyor aklıma… “Hoş geldin” deyip kaçıyorum aklımdan. Bir insan akıldan / aklından nasıl ve ne kadar kaçabilirse…)

17 yaşımızda şiir dondu… Hep o şiirin içinde kaldık. Hayatlarımız, şiirlerimiz orada hapis kaldı. Yaşlanan sadece bedenlerimiz oldu. Akıl yaşımız çok ezberlenen bir şiirinin yarım kalmış mısraları gibi, belleklerimizde gencecik duruyor. Belki bugünümüze benzetemiyoruz ama o çocuklar hala biziz…

Şiirlerin artık ayağa kalkması gerekiyor. Son şiirimizi, tarihe yazmak için, bir kez daha kaleme sarılmalıyız. “Babam, onlar birbirini tanır mıydı?” “Tanır oğlum! Karşılaşmasalar da, birbirlerini görmeseler de, aynı çağlarda yaşamasalar da bütün şairler birbirini tanır.”

Bugün bir şiir okuyun. Kendi şiirinizi… Bugün bayram! 1 Mayıs… İsterseniz kendi şiirinizi bile yazabilirsiniz… Bunca yazdıklarımız üzerine…

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

Anlamadıklarım… (Sanki anlasam bişey olacak… Biraz da siz anlayın!)

2002 yılında dış borç 125 milyar dolar, 2010’da 282 milyar… Üzülmeyin rahatlıkla öderiz. Koymaz bize! Borcumuz artmış ama nüfusumuz da artmış. Böl adam başına borç miktarını, kişi başına 4152 dolar düşer. Zaten 2010 yılında da 2918 dolarmış… Aradaki farkı mı dert edineceğiz. Koyver gitsin…

Cari açıktan falan anlamam… İş adamları iyi bilir sanırım. 2010 yılında 0.63 milyar dolarmış… 2010 yılında 48,5 milyar dolara çıkmış… Ne gam! Ekonomiden anlamayan bizim gibi küçük adamın umurunda olmaz! Olmaz, çünkü anlamayız! Bize dokunan bir şey var mı? Yok! Ha bu sayı sadece yıllıkmış… Aylık ya da günlük olsa ne olur? Fark eder mi? Etmez! Cari açık da ne demekse… Düşünen düşünsün, beni ırgalamıyor… Çünkü anlamam.

Yine anlamadığım bir konu icradaki dosya sayısı… 10 milyonmuş, şimdi 17 milyon olmuş. Hükümetin ne suçu var. Yorgan ayak uzunluğunu duble yola göre ayarlamayacaksın. Burada önemli olan uzunluk değil, işlev…

Anladığım şeyler de var mesela ekmeğin fiyatı… Bir kilo ekmek bir liraymış 2002 yılında, 2010 yılında 2 lira 14 kuruş. Peki şimdi? Ekmek kaç gram, kaça satılır anlamam… Rejimdeyiz ekmek yerine pasta yemeğe dikkat ediyorum.

2002 yılında 1 litre bezinin fiyatını hatırlayan var mı? Ben hatırlatayım… 1 lira 66 kuruştu… Şimdi? 4 lira bir kaç kuruş… Valla yetişebilirsen kuruşa yetiş… Bilmiyorum. Çünkü benzin kullanmıyorum. Gazla idare etmeye çalışıyorum! (Hayret bunu da bilmiyor ve anlamıyormuşum…)

2002 yılında bir kilo dana etinin kilosu 8 TL… Angusa rağmen 35 TL… Biliyorum ve de eminim hanım daha dün kasaba yolladı. Arkadaşlar görmüş beni. Sağda solda kuyumcuya gittim diye dedikodu yapmışlar. Arkadaşlar haklı! Angus angus kasaba giren benim çünkü…

Modernleşen Türkiye’nin cezaevi dönüşüm projesinin abidesi Silivri içinde bir rakam var! 2002 de tutuklu ve hükümlü sayısı 59 bin 187… 2010 yılında sayı 122.404 olmuş. Son 6 ay içindeki ERGENEKONCULAR hariç…

İşsiz sayısı da var ama ben ne 2002 yılındaki rakama ne de 2010 yılındaki rakama inanıyorum. Lakin yazacağım rakamları, inanmasam da… 2002 yılında 2 milyon 269 binmiş… 2010 yılında ise 3 milyon 259 bin… İnanmamamın sebebi bir önceki seçimle, 12 Haziran 2011 seçimi arasında 10 milyon seçmen artarken rakamların gayet az olması beni “ikna etmedi” de ondan…

Gelelim gerçeklere… Vatandaşın bankalara borcuna… Vatandaş biz olduğumuzdan gayet ilgiliyiz bu konuda… Rakamlar sizi “ikna eder mi” etmez mi anlamam… Lakin bankaları ikna ettiğine eminim… 2002 yılında 6,5 milyar lira… 2010 yılında 170 milyar lira…

İstikrar sürsün…

Seçimden önce son yazımı da yazmış oluyorum… Haftaya gayet neşeli bir yazı yazmayı düşünüyorum… Konusu da 13 Haziran ve sonrası üzerine… Siz de okursunuz… Lakin bu sefer yer değiştirelim mi? Önümüzdeki Pazar yazıyı siz yazın ben okuyayım. Size geniş bir yer veriyorum keyifli bir yazı yazın… Yoksa okumayı unutacağım!

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

Nehirlerin hangi denize akacağına dağlar karar verir…

Baştan söyleyeyim: Bu bir coğrafya yazısı değildir… Böyle bir artistik başlık atınca içeriğini de doldurmak gerekiyor. Seçimlerin üzerinden bugün (26 Haziran) itibariyle tam iki hafta geçti. 24. Dönem milletvekilleri kesinleşti. Hatip Dicle seçimlerden 80 bine yakın oy alıp, seçilmesine rağmen milletvekili olamadı. 80 bin oy çöpte… Pardon AKP’de…

Haberal ve Balbay milletvekili olmalarına rağmen, mahkeme heyeti oy çokluyla tahliye taleplerini red etti. Yasal olarak milletvekili, YSK’nın yayınladığı listede adları var. Buna rağmen meclisin yemin töreninde olamayacaklar. Hem milletvekililer hem de TBMM dışındalar. Sanırım en az yetmiş beşer bin oyla seçilmişlerdir… 150 bin seçmen salak yerine konmuş durumdadır. Bunun anlamı şudur… “Sen seçersen sen bakalım ben onay verecek miyim?”dir. (Bu yazı yazıldığında görünen manzara buydu. Rüzgarların her an yön değiştirdiği ülkemde bu yazı yayınlandığında ne olur bilmem.) Dağlardan görülen manzara bu!

Bir yüce dağın zirvesindeki buzul, güneşin de yardımıyla erimeye başlar… Buzulun altında bir damla oluşur. Bu başlangıç damlası buzuldan ayrılabilmesi için ağırlaşması gerekir. Zamanla büyüyecektir… Sadece zamana ihtiyacı vardır…

İşte doğu tipi demokrasi aynen böyle bir şeydir. Yani demokrasi değildir… Şimdi yazacaklarımı size ders vermek için yazmıyorum. Zaten bildiğiniz şeyler. Sadece hatırlatma bağlamında birkaç cümle yazacağım…

Demokrasinin dayandığı üç temel şey; yasama, yargı ve yürütmedir… Demokrasinin doğal gelişim süreci içerisine bu üç temel unsura basın da eklenmiştir… Zaten üç ayakla ayakta durmak zordur. Dördüncü ayak da eklenince demokrasi sağlıklı bir biçimde bugün ayakta durabilmektedir. Nerede? Burjuva demokrasilerinde... Yani? Batı demokrasilerinde… Bizde?

Bir damla su molekülü dağın zirvesinden aşağıya doğru düşmeye başlar… Diğer su damlalarıyla birleşe birleşe, çoğala çoğala hızla aşağılara doğru koşar… Koştukça coşar, coştukça koşar… Dağın zirvesinden denize doğru büyük yolculuğuna başlar…

“Güçler ayrılığı” demokrasinin kuantum teorisidir… Yasama, yürütme ve yargı aynı düzlemde ve eşit güçtedir. Birbirlerini hem denetlerler hem de kollarlar… Sistemin sağlığı buna bağlıdır… Basın da bu güçler ayrılığının, demokrasinin halkla, kitlelerle arasındaki iletişimin odağındadır… Dengelerin sağlıklı olarak sürdürülebilirliğinin birincil sorumlusudur… (Yerseniz…)

Derelerden geçen damlalar, nehirlere dönüşür… Nehirler yataklarında coşar… Çağlayanlardan dökülür, sarp kayalara çarpar, sürükler, parçalar, kırar denize ulaşıncaya kadar azgın bir aygır gibi dörtnala akar… Denizle buluştuğunda nefeslenir… Sormaz denize sen hangi denizsin diye. Bilir ki dağ karar vermiştir hangi denize döküleceğine… Adı önemli değildir denizin. Burası artık onun denizidir… Bundan sonra rüzgarlarda, fırtınalarda çağlayacaktır…

Sadece Dağ bilir… Hangi damlasının hangi denizde olduğunu…

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR… (Hala başarılıyı olduğunuzu iddia edeceğinize, bana laf yetiştireceğinize hedeflerinizi gözden geçirin. Politikalarınıza bir göz atın. Ben sizi zaten muhatap olarak kabul etmiyorum. Önce hırslarınızı törpüleyin… Ders bir: Kitap okuyun…)

Uzun yürüyüş ve kısa geri adım

Çan Kay Şek’le komünistler arasındaki iç savaş şiddetle sürerken Japonlar Çini istila için fırsat kolluyordu. Dünya ekonomik buhranı bu fırsatı 1931 yılında yarattı. Eylül ayında Japonlar kuzey doğu Çin’i (Mançurya’yı) işgale başladı.

Çan Kay Şek’in bu bölgedeki birlikleri bozguna uğrayınca Japonlar 40 milyon nüfuslu zengin sanayi bölgesini kolaylıkla ele geçirdiler. Çan Kay Şek ise ordusunun büyük bir kısmını düşmanın üzerine yürüteceği yerde eski politikasına devam ediyordu. 1934 e kadar komünist orduları yenmek için 4 büyük kampanya başlattı. Bu sırada Japonlar bir taraftan Şanghay’a çıkmış diğer taraftan Moğolistan’a ilerlemiştir.

Kiangsi’deki komünist hükümeti ezmek için ard arda ordular göndermenin fayda vermediğini gören Çan Kay Şek bunu yerine komünistlerin bulunduğu bölgeleri çevirmek ve yavaş yavaş çemberi daraltmak yoluna gitti. Komünistlerin bazı taktik hataları ve bölgedeki yanlış politikaları da eklenince bu çevirme hareketi başarılı oldu. Bu durum karşısında komünist liderler çemberi yarıp güneydeki bölgeden çıkmayı ve kuzeye gidip yerleşmeyi planladılar. Bu karar 1934 yılında tarihin en hızlı yürüyüşlerinden birini başlatıyordu.

Büyük kısmı asker küçük bölümü sivil halk ve komünist şeflerden oluşan 300 bin komünist çemberi yararak Uzun Yürüyüşe başladı. Kiangsi’yi ve Yang Çe’nin güneyindeki üstlerini geride bırakarak önce batıya doğru ilerlediler. Yunnan’dan sonra Yang Çe ‘nin yukarı kısmındaki dar ve vahşi boğazlardan geçtiler. Tibet’in eteklerinden dolaşıp Çin – Türkistan’ına vardılar. Sonra kuzeye doğru ilerlediler. Moğolistan’a komşu Şensi eyaletinin kuzey bölgesinde durdular. Ortalama 13 bin kilometre yol yürümüş ve yürürken kendilerini takip eden Çan Kay Şek kuvvetleriyle de çarpışmak zorunda kalmışlardır. Uzun Yürüyüş başlarken komünistlerin kuvveti 100 bin kişiydi. Bittiği zaman açlık kış ve bazı firarlar yüzünden 30 bine inmişti. Buna rağmen bu yürüyüş komünistler tarafından bir zaferdi…

Komünistler bu yürüyüşle hem çevrilip yok edilmekten kurtulmuş, hem de daha güvenli bir bölgeye yerleşmişlerdi. Ayrıca bu bölgede Japonlarla savaşmak için hazırlık yapacak ve böylece Çan Kay Şek’in başaramadığı bir işe girişerek birçok grupların desteğini kazanacaktı.

Sonuç zaferdi…

Yıl 2011 CHP büyük bir politik adım atarak “yemin etmeme” kararı aldı. Aldığı karardan sadece 15 gün sonra tarihin en büyük geri adımını attı.

Sonuç: ? !!!

Birisi uzun yürüyüş geri çekilmeye rağmen, diğeri büyük geri adım 15 günde pes etmeye rağmen!

Memlekete hayırlı uğurlu olsun bundan sonraki seçimlerdeki büyük zafere!

-geMici-

gemici@gmail.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…