Dik durmayı dene! Hayat bu! Ne getireceğini
hesaplayamayız. Yarın farklı olacaktır. Yarın size inat yine güneş doğacaktır.
(Şablonlar bazen gereklidir.) Güneşin doğacağı kesin de sizin ne yaşayacağınız
kesin değil.
Tabi ki yarınlara dair planlarımız var. Çoğu da tutmayacak.
Tutmayacak çünkü hesap dışı, öngörülemeyen birçok etken var: Rüzgar, kar,
yağmur, yediğiniz, içtikleriniz, siyanür, ayağınızın sürçmesi hep öngörülemez
etkenler… Bunlara yapacak bir şeyimiz
tabi ki yok. Ama yine de hayata dair planlar yapıyoruz. Dört işlemli
hesaplarımız var…
En kestirmesinden süper loto oynamalar, yılbaşı çekilişine
bir çeyrek, bir yarım bir tam biletler… Büyük ikramiye düşleri… Hepsi
planlarımız içerisinde. Somut olmayan toplumsal miras gibi gerekli planlar.
Tutar mı? Ona “yarın” karar verir…
Yine de yarına dair bir şeylerimiz var. Ya içinde duracağız
hayatın ya da kenarından izleyeceğiz. Erk karşısında sessiz, ürkek ve küçük
hesaplarla durursak her gün titreyen bacaklarımızla azar azar ölürüz. Bizi
korkutan ne ki? Güç mü? Paranın ezici gücü mü? Bunlar gerçekleri görmemize
engel değil. Görmek ve tanık olmak hiçbir işe yaramıyor… İşte tam da bu noktada
ne yaptığımız önemli. Nerede duracağız ve ne için duracağız? Güce mi
tapınacağız doğrunun esiri mi olacağız?
Boğazdan geçen Lüferin yanında mı kavganın içinde olacağız
yoksa çok katlı yat otoparkında bir yatımız mı olacak. Geleceğe bırakılacak
planlarımız içerisinde lüfer olacak mı siz onu söyleyin… Yoksa içinde balık olmayan bir denizin
üstünde milyon dolarlık bir yatta altınlarla baş başa mı olacaksınız…
Kazdağları yarın da var olmaya devam edecek mi? Yoksa 1000
metrelik Ağı dağını 400 metreye indirip de Bayramiç manzaralı bir kent mi
yaratacağız? Biz o dağın neresinde olacağız? Siyanürlü sularında mı? Utanmadan
siyanürün faydaları üzerine broşürler hazırlayan dangalaklar gibi esaretin
bedelini mi yaşayacağız…
Hayata hükmettiğini sananlar, yarınlarımızı planlayanlar
bunları tabi ki yapacaklar… Onlar hayatı bunun üzerine kuruyor. Geçin onları…
Sen ne yapacaksın onu söyle! Sana vaat edilen sahtekar düşlere yenik düşüp açık
artırmada kendini pazarlayacak mısın? Kaça?
Hayatın götürdükleri belli… Geçmiş olduğu gibi arkamızda
duruyor… Ne bir adım ileri ne bir adım geri… Değiştirmeye gücümüzün yetmediği
devasa bir geçmiş… Hepsi gerçek, hepsi kişisel, hepsi coşkulu yalanlar ve bir o
kadar da kalabalık! Toplumu ben biçimlendirmedim. Biçimlendirilmiş toplumun içinde
yaşamaya mecbur kılındım. Ve hepiniz gibi yaşamaya çalıştım. İtirazlarım yok
mu? Var…
İtirazımızı her fırsatta ortaya koyduk! Karşılığını da
aldık! İşkencelerin tarihini, hapishane türkülerini , en güzel aşk sözlerini,
yetişen fidanları, insanlığın onurunu yazanlara bir göz at derim… Dik duran
onurlu insanlara tanıklık edeceksiniz…
Çember daralıyor bir kez daha… Korkunun efendileri
düşlerimizi yıkmaya çalışıyor bir kez daha… Bunlardan korkmam! Uygarlık tarihi
bunların örnekleriyle dolu! Her şeye inat tarihi isimsizler yazar…
Truva savaşı Hektor’la Aşil arasında geçmedi! Hektor’un
arkasında koca bir coğrafyanın esmer çocukları vardı. Çanakkale savaşları iki
komutan arasında teke tek yaşanmadı. Hepsinin anaları vardı… Spartaküs
tek başına sadece bir gladyatör… Arkasında uygarlık tarihinin en cesur 90
bin kişisi vardı. Ho Chi Minh, Che, Castro yalnız değillerdi… Mao uzun yürüyüşü kordonboyunda yapmadı! Tarih
ismini yaz(a)madığı kitlelerindir.
Benim korkum “senden” yana…
geMici
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…