28 Şubat 2013 Perşembe

Kavramlar ve TDK Sözlüğü…



Post: Tüylü hayvan derisi: “Belinde ince bir ceylan postu, sırtında ağaç liflerinden örülmüş kaba bir atkı vardı.” A.H. Müftüoğlu. Tarikatlarda şeyhlik makamı: Hacı Bektaş postu. Makam: “Kimin meselesi geçim, kiminin seçim, kiminin post.” O. V. Kanık. Bazı deyimlerde “can” anlamında kullanılan bir söz.

Yunancada sonra anlamına gelen ön ek.

Modern: Çağdaş: “Bilmeyenin elinde en modern aletler bir maden külçesi haline gelir.” M. Kaplan. Çağcıl.

Darbe: Vuruş, çarpış: “Başına şiddetli bir darbe indirerek hayvanı sersemletti.” O.C. kaygılı. Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi: “partisinin hükümet darbesi yapacağına dair haber aldığını söylediğini, açık açık belirtmişti.” Ç. Altan Birini kötü duruma düşüren, sarsan olay: “Bu, nereden ve kimden geldiği belli olmayan darbe son kalkınma ümitlerini de silip süpürmüştü.” E.E. Talu.

Dün ve bugün en çok duyduğunuz kelimelerin TDK sözlüğünde karşılıklarıyla başlayalım istedim… “Post-Modern Darbe…” 16 yıl geçti üstünden 28 Şubat 1997’nin…

Radikal gazetesi yazarı Türker Alkan 13 Haziran 97’de “Postmodern bir askeri müdahale” yazısıyla günlük dilimize kazandırdı. 28 Şubat’ta yapılan Milli Güvenlik Kurulunun aldığı kararlardan yaklaşık 3,5 ay sonra… 

Oğlum daha doğmamıştı. Doğacağından da haberim daha yoktu. Şimdi koca adam oldu. Esmer uzun boylu bir adam… Zaman akıp gitmiş. Postmodern darbenin postu çoktan üleştirilip, zarlar yeniden atılmış. Kıyı kenar çizgisi, kentsel dönüşüm ve yolda olan yeni yer değiştirme yasası hayatımıza girmiş.

“Tamam, bu kadar yeter. Sıra bizde. Biraz da biz postiş yapalım.” Dercesine toplam sonuçlarıyla yüz yüze kalmışız.

Postmodern maden yasaları tekrar dizildi. Postmodern eğitim sistemi yeniden dizayn edildi. Postmodern hukuk taksit taksit paketlendi. Postmodern hayat biçimi ince ince yedirildi. Sonuç başka bir post kavgası… 
Son 16 yılla sınırlandırmayın… Biraz daha geniş bakın. Geçmişe değil geleceğe… Yarına ve ötesine… Postmodernleşmenin ötesine… Bizim başımıza gelen her musibeti kendi başlarına gelmiş gibi çaktılar.

Çakma duyguları iktidara çevirmenin rahatlığıyla yeni bir toplum mühendisliğine soyundular. Dünün darbeleriyle ezilen solun üzerine post modern yeni bir inşaatın ilk katındayız. Gökdelenlerin gölgesinde güneşsiz kalmanın sonbaharı…

Bugün birçok kafa karıştıran kavramların ortasında biraz daha yalnızlaştırılmanın soluğunu duyacaksınız. Kavganın hem ortasında dayak yiyeniz hem de sonucuyuz. Her şey bizim etrafımızda dönüyor ama sayılmayanız. Görülmeyeniz. Var olmayanız.

İşte bunu söylemek istedim dostlarım… Yolda karşılaşırsak konuşmayalım, bakışlarımızı kaçırmadan gülümseyebiliriz. Yenilginin altında…

Şairlerimizi, romancılarımızı, öykücülerimizi, sinemacılarımızı kaybederek eksiliyoruz… Ne?

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…     

25 Şubat 2013 Pazartesi

Gökçeada Atatürk Öğretmen Lisesi




“Hadi Gökçeada Atatürk Öğretmen Lisesine gidelim. Şöyle geçmişimize bir bakalım. Okulu bir görelim” deseniz gidemezsiniz. Gidemezsiniz çünkü okulu taşıdılar. Ayvacık’a gitti okul… Adı aynı ama okul Gökçeada’da değil artık, Ayvacıkta…

Bütün operasyon yarı yıl tatilinde yapıldı. Okulu apar topar Ayvacık’a taşıdılar… Bu çocuklar sınava girecekmiş falan dinlemediler. Ki, GAÖL (Gökçeada Atatürk Öğretmen Lisesi) mezunları arasında bir çok siyasetçi, milletvekili, hukukçu, mühendis, sanatçı, sporcu, şair, mülkiyeli, öğretmen, işadamı, serbest meslek erbabı, çiftçi, balıkçı aklınıza ne geliyorsa vardır. Ve hepsinin tarihine limon suyu sıktılar…

Zaten yıllardır sağından solundan tırtıklayıp arazilerini daraltıyorlardı. Yıkılsın da kurtulalım diye yaşlanan binaları gözden çıkarmışlar, bakmıyorlardı. Binalar bugünkü gibi eften püften malzemelerle yapılmadığı için adanın bunca nemine, soğuğuna, güneşine, rüzgarına dayanmıştı. Ama onun yok olmasını isteyenlerin kararına karşı dayanıklı yapılmamıştı. En azından yapanlar bunu düşünmemişti…

İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne göre operasyon geçici… Bence değil… Milli Eğitim Müdürlüğüne göre geçici kulübeler yapılacakmış, onlar yapılana kadar eğitim Ayvacık’ta devam edecekmiş, e-ee? Sonra? Çocuklar geri gelecek ve sistem kaldığı yerden devam edecekmiş… Hay sizin mışınıza! Yerseniz yani…

Ayvacık’ta duruma biraz bakalım… Ayvacık’ta bu çocuklar kiralanan dört ayrı binada kalıyorlar… Öğretmenleri de oraya atayamadıklarından, Ayvacık’ta ki koşullarda öğretime devam ediyorlar. Öğretmenler değişti yani… mekan değişti yani… Atmosfer değişti yani… Çocukların hayat biçimi, ritmi değişti yani… Üniversite Sınav Sonuçları hesaplanırken bu etkenler hesaplanacak mı? İl Milli Eğitim Müdürü ne düşünüyor? Bence bundan sonra hiç düşünmesin…

Ayvacık’taki son dakika gelişmesini yazayım size… Milli Eğitim Müdürü de öğrensin isterim. Çok alakalı ya… Ondan yani… ilgisini eksik etmesin diye… Geçtiğimiz hafta sonu çocuklar içtikleri sudan zehirlendiler. Ayvacık devlet hastanesi kayıtlarına baksınlar…   

Kim bunun sorumlusu? Cevap hazır: Şakir Hepiyiler… Şakir Hepiyiler Çanakkale İl Milli Eğitim Müdürü müdür? Hayır değildir… Ayrıca İl Milli Eğitim Müdürü’nün de adını bilmem… İşim de olmaz!

Şakir Hepiyiler bizim mezunlar derneği başkanıdır. Suçlu o… Sen yılda bir mezunları topla, bir birlik sağla, okula destek olmaya çalış, var olan aidiyet duygusunun gelişmesini sağla, yeniden ayağa kalmaya yeltenelim, sonuç bu! Adamın kökünü silerler… Tarihten sökerler… Yazılarda, anılarda, solmuş siyah beyaz fotoğraflara hapsederler… Ne o öyle mezunlar falan filan…

Şimdi yazacaklarım devletin üst kademesinde hala hazırda görev yapan mezun arkadaşlara… Dostlar, okulda karşı karşıya gelmiş, birbirimize omuz atmış olabiliriz. Hatta daha da fazlasını da… Biz sistemin dışındayız! Buna ilk önce sizlerin direk müdahalesi gerekir. AKP içerisinde yer alan mezunlar buna göz yummayın! Bu ortak sorunumuz! Ya bugün varsınız ya da sonsuza kadar yokuz! 
Beni tanırsınız… Çok zeki birisi değilim ama iyi savaşırım… Her istediğiniz yerde varım. Gerekiyorsa yazılamaya da bu yaştan sonra çıkarım. Açık çek! Ne gerekiyorsa…

Mezunlar derneği bir şeyler yaptığını biliyorum… Biraz hızlı… En azından ikinci zehirlenme vakasını önleyelim!

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

NOT: Sevgili gazeteci arkadaşların desteğine ihtiyacım var. Haber ajanslarında çalışanlar, çağdaş gazeteciler, gazeteciler cemiyeti… Bu konuda her türlü habere ihtiyacım var… Hem yerel basına hem ulusala… Bundan daha güncel haber mi var?

20 Şubat 2013 Çarşamba

Borazanlar...

Ali ve Mustafa borazan… İki kardeş… Ali, dedem… Mustafa, dede amcam… Ali dedemin iki çocuğu var. Aliye (anneannem) ve Mehmet Bey (Ulutürk) dayım… 

Anneannemin babası ve amcası “borazan…” Bir köküm bu! Onlar harika insanlar… 

Ali dedem Balkan savaşıyla başlamış hayata… Sonra Çanakkale, Galiçya cephesi, Kurtuluş savaşı derken hiç yaralanmadan köye dönmüş. Kardeşi Mustafa’nın da kaderi aşağı yukarı bir farkla aynı. O yara almış… Yaralandığı için de “Gazi Maaşı” alırmış. Ali dedem “parmağını bile kırmadan” geldiği için maaş al(a)mazmış… 

Anlayacağınız annemin annesi yani anneannem “Aliye” bir borazan… Kocası Ali Kemal bir Çanakkale yetimi… Settülbahir’den göç etmişler… Zavallı Fatma ninem bir kız bir de erkek çocukla kadın başına kalmış… Fatma ninem önemli… Hem de çok… Çünkü kız almış oğlu Ali Kemal’e Kangırlı’dan ve bizi Kangırlı’ya mühürlemiş… Kızını da Kazım Kayıkçı’ya vermiş… 

Anne tarafımdaki kadınların talihi hep zorunluluk ve zor… Fatma ninem savaşta kocasını kaybetmiş ve kendi başına çocuk büyütmüş. Fatma ninem ilk örnek... Sen iki yavruyla gel, sonra bir hayat kur, bir daha evlenme ve çocuklarına bir yaşam kur. Sonra oğlunu da, kızın da toprağa ver… Sana altı torun (Hakkı, Güner, Sevim, Hasan, Nazmi, Doğan) kalsın! Ve sen yeni bir hayat kur! Kurabilmiş mi? Yazı yazdığıma göre evet! Biz onun torunlarıyız… Fatma ninem koca bir çınardır… Sızlamadan, tevekkülle kabul edilmiş bir talihtir… Çoğumuzun tarihi gibi… 

O torunlardan en acılısı (Kara) Hasan ilk önce öldü. Onu küçük Doğan takip etti… Şimdi Güner… Dayım bir Borazandı… Hiç mizah dergisi okumamıştı ama espri ona borazanlardan geçmişti. Yakışırdı… Elbet de farkımız vardı… O, bir kuşak öndeydi ve farklı bir felsefeydi… Onaylarım onaylamam ama feodal anlamda dayımdı… 

Borazan “Hayat” demek! Borazan “espri” demek… Kapı gıcırtısıyla yerinden piste fırlamak demek… 

Memlekette kök bulmak zor… Ama ben bir kısmını biliyorum… O da “Borazanlar…” Oğlum, değil… O başka bir tür ama ben “borazan”ım… Aynı kromozomları taşımak bazen aynı anlama gelmiyor… Mesela Nigar ablam dört dörtlük “borazan”, Kapı gıcırtısında 212 kemiği de oynar. Anneannem de öyleydi… Annem değil ama benzer… 

Enver dayım katışıksız bir borazandır… İki oğlu var. Biri değildir ama “Barış” tam kromozom fotokopisidir… İtirazsız borazandır… Oğlumun da aynı kategoride olmasını isterdim ama dediğim gibi o başka bir tür… Sadık, tamam… Sıtkı yüzde elli bir… 

Borazanlar, Kangırlı’daki 750-800 yıllık tarihimdir… Beni Kangırlı’ya bağlayan köklerimdir… 

Kangırlı aristokratıyım(!) yani… İnsanın bir yönü aristokrat(!) olunca, feodal duyguları da ezici oluyor… :) Borazanlar hep var olacak… Dayım Güner Dinçer’e Allah rahmet eylesin… 

Bu anne tarafım… Bir gün “Kangırlı Hatibi” Salim Efendi’nin de öyküsünü yazarım… Biz köklerimizi eksildikçe hatırlarız…

-geMici- 

gemici@yandex.com 

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

18 Şubat 2013 Pazartesi

“Önce İnsan, Sonra Başkan, Ülgür Gökhan…”




 Başkan iki seçime girdi… 2004 yılının sloganı yukarıdaki başlıktı. 2009 seçimlerine “Ben Varım” sloganıyla girdi.

2004 yılında 194 sandıkta kayıtlı seçmen sayısı 54.036 kişiymiş ve bunun 36.941’i seçimde oy kullanmış. 35.780’i geçerli sayılmış. 16.033’ü CHP almış. Yüzde 44.87’sini… AKP 13.483 oy alıyor ve yüzdesi de 37.73… MHP ise 1.506 oy alıyor. Tabii o zamanlar bir de DYP diye bir parti var tam 2.141 oy almış. Dediğim gibi “Önce İnsan, Sonra başkan” Ülgür Gökhan seçildi…  

2009 seçimleri 218 sandıkta yapıldı. Seçmen sayısı 66.522… Kullanılan oy 55.633, geçerli oy sayısı 54.364… Ülgür Gökhan “Ben varım” demiş ve 21.398 oy almış. Yüzde 39.36… AKP 17.889 oyla yüzde 32.91. MHP 12.492 ile yüzde 22.98…

Tablo bu… İlk döneminde alt yapıyı tamamlayan başkan, ikinci dönemde söz verdiği gibi alt yapısı bitmiş bölgelerin üst yapısını bitirmeye çalışıyor. Bunların sonucunda Objective Research Center (ORC) tarafından yapılan kamuoyu yoklamasında Aydın, Urfa, Malatya, Ordu’dan sonra “En başarılı belediye başkanı” olarak çıkmış. ORC’nin bu anketi niye yapmış, kim yaptırmış bilmem… Çok da beni ilgilendirmiyor.

De ki böyle bir araştırma yapılmamış ne olacak? Başarısız mı sayacağız Ülgür Gökhan’ı… Başkan yoluna devam ediyor. Hem de tüm önünü kesme girişimlerine rağmen. 2004’te Serdar yok, yüzde 44.87 2009’da Serdar var 39.36… 2014’te Ülgür Gökhan kazanırsa sadece AKP’ye karşı kazanmayacak, bir de Serdar’a rağmen kazanmış olacak… Bence CHP içinde en başarılı iki isimden biri olacaktır. Diğeri de Yılmaz Büyükerşen…

Kılıçdaroğlu sokak sokak, kapı kapı çalışacağız diyor İl Başkanı Serdar, pardon Hamza Karagöz hemen harekete geçiyor ve bir bakıyorsun ÇAGİAD’ın kapısında, bir bakıyorsun ÇASİAD’ın kapısında bir bakıyorsun Bülent abimle AKFA semalarına kurulacak yat otoparkı istişaresinde…

Hayat…   

Hani diyorlar ya sağ ile sol arasında farkı kapatacağız diye sanırım böyle kapatıyorlar… CHP’yi tavan partisi yapınca atak yapmış olacaklarını falan sanıyorlar.

Aklım basmıyor hala bu nasıl kitle partisi? Sermaye örgütlerine gidince mesela Bülent abimi ziyaret edince Bülent abim çok hoşlaşmış mı oluyor. O mutlu olunca tüm örgüte haber salıp bu sefer tüm oyları bunlara verelim. Pek de güzel ziyaret ediyorlar mı diyor acaba?     

Ülgür Gökhan tüm bunların dışında yoluna devam ediyor… İşine bakıyor… 29 Mart’ta ne olur bilmem… 2014’ün 29 Martında yani… CHP’nin en büyük kozu hala Ülgür Gökhan… Karşısına kim çıkar bilmem. Bu seçimler kent için büyük önem taşıyor.

Ranta teslim olmakla olmamak arasında bir yerde duruyoruz… yat otoparkından termiksi bacalara, geç oradan altının oyulmasına…

Nereden tüketirseniz…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR….

14 Şubat 2013 Perşembe

Tüm kadınların “Sevgililer gününü” kutlarım…

Her şey karşılıklı elektriklenme ile başlıyor… (Bu benim iddiam değil.) En azından böyle bir iddia var. Elektriğin statik mi yoksa alternatör (mekanik enerjiyi elektriğe dönüştürür) elektrik mi olduğu daha tespit edilebilmiş değil. Bilimin bu konuda bir araştırma yaptığını da sanmıyorum ama sonuçta her şey bu elektrikle başlıyor.

Elektrik işi, bu işin birinci aşaması… (Bizim zamanımızda) Bu çarpılma işinden sonra erkek, kendine gelene kadar birçok aşamadan geçer. Ve bir gün kendini nikah masasında bulur. Pardon, erkek kendine geldiğinde elinde bir tabak vardır ve musluktan su akıyordur. “Bu tabak ne, bu su niye akıyor, elimdeki sünger ne işe yarıyor?” gibi sorularla baş başadır. Kendine geldiğinde yani elektriğin etkileri geçtiğinde durum aşağı yukarı budur. “Ben ne yapıyorum? Burası neresi?”

İlk elektrik şokundan sonra kendinde olmayan erkek, el yordamıyla hayata tutunmaya çalışır… Bu duruma onu neyin getirdiğini düşünür. Rodin’nin “Düşünen Adam” heykelini de böyle bir günde yaptığı ayrıca iddia edilir
.
Bu duruma gelirken birçok aşamadan geçilmiştir…

Bir; iletişim aşaması… İletişim aşamasında erkek büyük bir cesaret örneği göstererek, bir yöntemle karşı cinsiyle iletişim kurar. Bunun için de cazip, delici bakışlarını kullanır. En azından o, öyle sanır. Yoktur aslında böyle bir şey. O öyle zannetmeye devam eder. “sizinle bir iki laf edebilir miyiz?” sorusunu kekeleye kekeleye söylemeye çalışırken bir de bakar ikinci aşamaya çoktan geçmiştir…

İkinci aşama; “pastane ve çiçek aşaması…” Aslında hayatı boyunca hiç uğramadığı çiçekçide kendini bulur. Zaten ondan sonra da hiç uğramayacağı bir mekandır. İlk buluşmasına gidecektir. Bu çiçek masrafını da filmlerden falan öğrenmiştir. Ya da kendisinden önce çiçek ve pastaneden geçmiş tecrübeli bir yakın hain arkadaşı tarafından kendisine dikte edilmiştir…
İ
lk buluşmada erkek, ne zırvaladığının farkında bile değildir ama sonuç aşağı yukarı hep aynıdır. Bir flört aşaması başlar… En büyük belirtisi kıskançlıktır: “Aşkım, çok kıskançsın” cümlesi de bu aşamanın dışa vuran en belirgin endikasyonudur. 

Sonrası tamamen bürokratik aşamalardır… Aileler tanışır, nişan, nikâh, çoluk çocuk, hatırlanması gereken önemli tarihler derken ikinci paragrafta anlattığım bulaşık yıkama sahnesine gelinir… Aradan da epey yıl geçmiştir. Erkek yeteri kadar elektrik şokuna maruz kaldığını o zaman fark eder…

Yani anlayacağınız sevgililer günü harika bir gündür… En azından dünya nüfusunun bir yarısı için…  Diğer yarısı için de harika demeniz için çok güçlü bir hayal gücünüz olmalı…

Dün mutlu bir milyar bayan dans ederek “sevgiler günü” eylemine damgasını vurdu. Danslar iyiydi. Zeminde ne vardı ben onu merak ediyorum…

Tüm bayanların sevgiler gününü tüm samimiyetimle kutluyorum. Hayat güzel… Hanımlar da… Savaşı onlar kazanacak! Adatepe köyünde termik santraline karşı çıkarken en önde ellerinde tenekelerle onlar vardı… Kaz dağında onlar vardı. Bizden bir cacık olmaz…

İyi toparladım ama…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

Kısa bir not: Aslanla ile boğa barda içiyormuş… Aslan ikide bir saatine bakıyor. Boğa kinayeli soruyor; “Ne o eve geç mi kaldın. İkide bir saate bakıyorsun?”  Aslan boğaya bakıyor son kadehini içiyor, bardan kalkarken  “Beni evde bir inek beklemiyor. Dişi de olsa evdeki bir aslan” deyip bardan hızla çıkıyor…
         

12 Şubat 2013 Salı

Daha yükseğe, daha hızlıya, daha güçlüye… Çok daha ranta!

Turhan abi (Narler) anlatmıştı… 70’li yıllarda Belediye Başkanı Reşat Tabak kordonda kat artışı yapmak istiyor. CHP’li meclis üyeleri karşı çıkıyor. AP’li meclis üyeleriyle işbirliği yaparak kordonda kat artışını sağlıyorlar. Turhan abi de meclis üyesi. Kararın gerekçesini okuyor. “Çanakkale askeri açıdan stratejik bir bölgededir. Yine bir savaş çıkarsa öndeki yüksek binalar kenti korur.” İnanamadım… Tekrar tekrar sordum gerçek mi diye. “Bana inanmıyorsan tutanakları oku” dedi… 

Bakıyorum gazetelere Mildon açıklama yapmış. ÇAGİAD ve ÇTSO yönetiminde olan biri açıklama yapıyorsa dikkate almak gerekir. Ne diyor? “Kordonu yıkalım yeni bir kat artışı yapalım.” diyor. Bunları söylerken herhalde ne kadar yaratıcı olduğunu falan düşünüyordur. Gerekçesine de “ortam kötü, kollayalım kenti. Maazallah İran’dan, Suriye’den bir füze falan gelir. Kenti korur.” demeye getiriyor… 

Yalnız Suriye ve İran kordon tarafında değil. Daha yüksek hatta gökdelen tarzına soyunacaksak Atatürk Mahallesi tarafı konjonktüre daha uygun. Ama mesele kenti korumak değil de “kentsel dönüşümü kişisel ranta” dönüştürmekse bence bir sorun yok. Bu onların en iyi bildiği şeydir. Paranın, rantın dini imanı olmaz! Hep birlikte götürün… “Yok, kardeşim bizim ranta manta gözümüz olmaz! Dolayısıyla işimiz de olmaz” derlerse aklıma bir başka olasılık geliyor… 

Çanakkale’yi Pennsylvania’ya benzetmeye çalışıyorlar. Tabi o güzel uzak diyarları görmek bize daha nasip olmadı. Bizim filmlerde gördüğümüz New York, gökdelenler falan. O da filmlerden. Hele bir Harlem’de yaşayan Horoz Corc vardı, yolda görsen hemşerim diye sarılırsın. O kadar yani… 

CHP, 2014 yerel seçimlerine yıldırım gibi girdi. Serdar, Hamza, Nejat farkı hemen hissedildi. Kolları sıvadılar ve derhal “seçmen bildirgesi” hazırlamaya başladılar. Derin ve engin politika birikimlerini hissettirir derecede hemen STK’lara yazılar yazıldı. “Ne istiyorsunuz?” diye… ÇTSO’nun istediği belli… Yat limanı. Ha bir de başkan giderse pek seviniriz. Kaymaklı kadayıf… Zaten Biga deneyimimiz bize bu konuda pek çok deneyim kazandırdı demişlerdir. Mildon’un kentsel dönüşüm önerisi zaten yedi harikadan biri… Zaten bu kentin bütün STK’sı ÇTSO, CAGİAD, CASİAD, Müteahhitler Birliği v.s… Diğerleri sayılmaz, fasulyeden... 

Bu politikaları hızla sürdürün. AKP’nin dört (4) milletvekili, altıncılar, rantın generalleri yerel seçimlere şimdiden asılıyor… Çanakkale’yi almaya kafalarına koymuşlar… Fark edemedikleri şu: Çanakkale her şeye rağmen kendini her alanda savunuyor… Direnecek de… Buna mecbur. Elinde kalan sadece değerleri… Kentin yerel değerleri... Kentli hakları… Dağlarını korumak için, havasını korumak için, kentini korumak için… 

Cepheler şimdiden oluşmaya başladı. Bir tarafta kent, Çanakkale, diğer tarafta emperyalizmin küresel güçleri… Durum vaziyet bu… Hadi bakalım! Yumurta kırılmadan omlet yapılmaz! (Omlet sever sözü…) 

-geMici- 

gemici@yandex.com 

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR… 

(NOT: Hitler iktidarını pekiştirdikten sonra yaptığı ilk işlerden biri Berlin’i yıkıp kendi mimari anlayışına göre tekrar biçimlendirmek oldu. Tıpkısının aynısını Musolini de yaptı… Hem kendi mimari anlayışlarını hayata geçirdiler hem de ekonomiyi hareketlendirdiler. Her ikisi de acayip demokratlardı(!) Demokrasiyi nasıl yorumladığınıza bağlı… Şefkatli ve…)

11 Şubat 2013 Pazartesi

Değişik bir kent manzarası…

Günlerdir yağmur yağıyor… İki yağmur arası güneş, top top bulutlar. Lodos… Değişik bir kış manzarası. Güneş yüzünü gösterirse fena değil de yağmur bıktırdı. Normal yağsa neyse de aniden bindiriyor. Sanki biri bulutlara kurulmuş, eline de bir bakır almış, herhalde yanında da bir havuz ya da dere geçiyor… Kova kova kafamızdan aşağıya boca ediyor suyu…

Kent ıslanınca sanırım biraz çekiyor olmalı ki, otomobiller yola sığmıyor... Bunu başka türlü açıklamak mümkün değil. Evet, kentimiz ıslanınca çekiyor… Güneş çıkınca pek problem yok. Caddeler genleşince trafik de rahatlıyor olmalı…

Islak kentte ahmakça dolaşmak güzel. Avareliğin iyi tarafları kadar kötü tarafları da var. Islanıyorsun… Islak kent daha çekici geliyor. Ursula Andress tarzı bir durum. O çirkin binalar da yıkanmış oluyor. Boyaları çarpılsa da çekilebilir duruma geliyor… Zaten bu kentin en çirkin tarafı mimarisi…

Bu kente sanırım bir mimar var… Bütün binaları da o çizmiş ve müthiş yeteneksiz. Dört duvara oyulmuş birkaç pencere parçası, balkon, baca, kiremitler, birbirine uyumsuz renkler ve bir o kadar da estetik duygusu gelişmemiş ama banka kredilerini ödeyebilecek kıvamda –yeterince- alıcı vatandaş…

Bunlar yan yana gelince de ortaya çıkan kent bu kadar oluyor… Rantı da cabası!

Bize de yazık… Özünde dava açmak lazım… Estetik duygumuzu, manzaramızı kirletiyorlar diye… Bunu bize yapmaya hakları var mı? Bence yok! Olmamalı da…  

Bak, yağmur akıl sağlığına da iyi geliyor… İyileştirici etki yapıyor. İyileştirmese daha iyi... Tüylü tırtıl kadar olamıyoruz.

Tüylü tırtıl… Kutupta yaşıyor...

Kış geldiğinde ölüyor... Aslında ölmüyor. Bir kayanın altına gizleniyor ve hayatını donduruyor. Sonra bahar geldiğinde çözülüyor. Hayata dönüyor. Bir obur tırtıl olduğundan kutup bölgesinin yeşilliklerine saldırıyor. Bulabildiğini yiyor... Zaten bulamadığını yeme şansı yok. :) Bu döngü yaklaşık 14 yıl sürüyor... Tüylü tırtılın tek amacı kelebek olup uçabilmek. Uçtuğunda da tek amacı soyunu sürdürmek için bir eş bulmak. Eşini buluyor, işini, görevini tamamlıyor ve gerçekten ölüyor...

Kutup bölgesini asla terk etmiyor... Çünkü 14 yıl ölüp tekrar dirilmesine rağmen ve de sadece yılda 4 ay yaşamasına rağmen –yaşadığına yaşamak denirse- orası onun yaşam alanı. Kendi dilinde sevişiyor...

Penguenleri herkes bildiği için yazmıyorum... Baba, anne ve bir kutsal yumurta için verilen yaşam mücadeleleri olağan üstü... Yaşamlarını binlerce yıldır sürdürüyorlar... Üstüne üstlük uçamıyorlar. :)

Kutup bölgesini yurt edinmiş bu türler yaşam alanlarını her şart altında asla terk etmiyorlar. Biz de mimarideki bu çirkinliğe rağmen, kent alanına yapılması planlanan bunca termik santrale rağmen terk etmemiz gerekiyor. Kaz Dağları fatihi emperyalist işbirlikçisi altıncıları saymıyorum.

Benim zoruma giden bu kentte yaşamaya mahkum, bize benzer işbirlikçiler…

10 küsur yıl önce Çan’a termik santrali kim kurdurdu? Suçlu o! Aksaz’a termik santral kim kurdu? Suçlu o! Kim izin verdi? Suçlu o! Bunları bir yere yazın… Sen bir yandan temizim de, çevreye pek bir uyum sağladım, suda balık, havada martı yetiştiriyorum de… Yaptığın ortada… Altıncıların da yaptığı ortada… Yapılacak olanlar da ortada!

Çevreci devletin çevreciliği işte bu! Merhaba müdür!Geleceğin değeri…

-geMici-

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

7 Şubat 2013 Perşembe

"Çıt" çıkarma!


Memleketim renkli ve yaratıcı simalarla dolu… Birçoğu da işte öyle bir şey… “ÇTSO üzerinden siyaset yapılmasın” siyaseti sadece ÇTSO başkanı yapsın! İşte böyle! İşte böyleyse böyledir ve bunun tartışması yapılmaz! İşte yani…  

Soru şu: “Bülent Bey neler oluyor? Neler yaşanıyor? Neden tartışmalardan uzak duruyorsunuz?” Son iki yıldır tüm tartışmaların odağında olan birine sorulacak harika bir soru… Tabii soru yedi harikadan biri olunca yanıtın da fevkalade olması kaçınılmaz. “Çanakkale tartışmalarla değil, çalışmaya, üretime, hizmete ihtiyacı var…”

Tartışma kültürü kafadan yok sayılan bir anlayış… Ben böyle yapacağım de, yapılsın! Canım çekmedi de yapılmasın! Rüyanda gördün! Oluru var… Fal da çıktı, neden olmasın! Neyi, kimle, neden tartışacağım… Boru mu bu! Ben, benim koçum… Demokrasi dediğin gereği düşünülmüş bir uçurum… Kakalacı yeter, suyundan da koy tam olsun usta!

Anlaşılan İbram istasyondaki yıkama ünitesini verimli çalıştıramayınca işi gazeteye devretti! İşte hayat bu!

Niyazi Önen’i seversin sevmezsin… Ama Niyazi Önem bu kentin önemli taşlarından biridir. Tartışma kültürünü de iyi bilir. Söylediği de önemlidir. Ne dedi?

Dedi ki; “ÇTSO Yönetim Kurulu Başkanı Bülend Engin ÇTSO’yu şirketiymiş gibi yönetmeye çalışıyor. Bu konuda ben değil birçok üyenin tepkisini çekiyor. Ancak bir çok meclis üyesi de buna yönetim kurulundaki üyeler dahil bu buruma ses çıkarmıyor yada ses çıkaramıyor.”

Sessizlik!

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

5 Şubat 2013 Salı

Freelance…


Batıda da mutlaka işsizlik vardır… Bu kapitalizmin işleyişinin temel unsurudur. Sermayenin işine gelir. İşsiz adam sayısı ne kadar fazlayda ücretler de o oranda aşağıya çekilir. Emekçiyi süründürürler... Haddinden fazla işsizlik de sermayenin işine gelmez. E, ne de olsa ürettiklerini birilerine satmak zorundadır.

Bakmayın siz küresel dünya laflarına… Küreselleşem sadece sermayedir. Siz Almanya’ya gidin de kafanıza göre inşaatlarda vesairede çalışmaya kalkın bakalım ne olacak? Hoş, Edirneden öteye geçmenizi başlı başına bir başarı sayarım. Alnınızdan öperim.

Memleketimiz dışındaki ülkelerde bir iş kolunda uzman hatta mesleğinin zirvesine geldiğini hisseden emekciler(!) işlerinden istifa ederler ve mesleklerini “freelance” olarak sürdürürler… Buna da “frilens” derler.
Bizde de freelance çalışan kalabalık bir kesim vardır. Mesela sorarsın adama; “mesleğin ne kardeş?” “frilens” cevabı anında gelir. “Nerede çalışıyon?” “Frilens dedik ya…”

Yani işsizim demektir…

Bugünlerde ne zaman Facebook’a girdem Sayın İsmail Özay’ın ve Sayın Ahmet Küçük’ün paylaştıkları mesajlarla karşılaşıyorum. Bir çoğunu da zevkle okuyorum. Ama mevzu bu değil… Mevzu frilanslik…
Aslında hep merak edersim, milletvekilleri seçimi kaybedince ne iş yaparlar diye… Şimdi biliyorum ki, benim için bir muamma daha bitti. Freelance olarak hayat devam ediyor.

Tabi bizim frilensliğimizle sayın emekli milletvekillerimizin frilensliği aynı statüde değil. Olsun ben yine de kendimi aynı kategoriye koyuyorum. Mesela bana bir sorun “mesleğin ne?” diye alacağınız cevap Teneke’nin demesiyle “Sinema…” Şu anda ne yapıyorsun?” diye sorduğunuzda alacağınız cevap “Frilence” olarak çalışıyorum olur… Aynı cevabı sayın milletvekillerimizden de alacağınıza kuşkum yok. Demek ki buradan ne sonuç çıkıyor? Hepimiz frilensiz…

AKP’den de bir çok Çanakkale Milletvekili frilenci tanıyorum ve biliyorum. Mesela Müjdat Kuşlku, mesela İbrahim Köşdere… Sayın Mehmet Daniş fiilen devam ettiği için frilens sayılmaz…

Tabi şimdiden tahmin etmek mümkün değil ama CHP’den mutlaka frilens olarak devam edecek ben en az bir en fazla iki aday tanıyorum. AKP’den de en az bir adayım var. Tabii bütün bu frilenslik durumlar Çanakkale ölçeğinde geçerli…

Sadece kapitalizmin zorlamasıyla, hesaplarıyla frilenslik olmuyor. Politikada da seçime dayalı ciddi frilenslik durumu mevcut. Basında da çok revaşta bir durumdur bu frilenslik… Hatta vaz geçilmezidir.

Üzerine düşününce şu ecnebilerin her durum için ortaya koyduğu kavramlar, Edirne’den içeriye girince acayip şekil değiştiriyor. Her seçim öncesi insan politikacılar adına geriliyor… Yau bu yıl bari frilens falan olmasın diye… Derken ÇTSO seçimleri de 10 Şubat günüymüş… ertelenivermiş... mişli geçmişli bir cümle sonu oluvermiş miş miş...

Hayatta ne olursan ol sonuçta hepimiz “frilensiz…” Zaten emekli olunca da hurilerle başımız derde girecek. İyisi mi durumu idare etmeye devam edelim. Ama nereye kadar…

-geMici-


BATI-  feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

“CHP’li Belediyesin ha! Hımm…”


43 CHP’li belediye başkanı Eskişehir Büyükşehir Belediyesine yönelik yapılan operasyonu karşı Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’e destek vermek için Eskişehir’de buluştular… Operasyon sonunda birçok belediye çalışanı gözaltına alındı. Beşi dışında diğerleri salıverildi. Büyükerşen¸ Soruşturmanın 2006 yılındaki bir ihale ile ilgili olduğunu ifade eden Yılmaz Büyükerşen, bunun Sayıştay kontrolünden geçtiğini, İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin de 2 kez 'Soruşturmaya gerek yoktur' raporu verdiklerini söyledi.
 
Onlar söyler boşa söyler… Bunda bir gariplik yok! Çanakkale Belediye’sinden Sayıştay denetçisinin çıktığını görmedim. İsterseniz belediyeye gidin. Danışmaya; “Sayıştay denetçisiyle görüşmek istiyorum” deyin size Sayıştay denetçine tahsis edilen odayı gösterirler… O yoksa kesinlikle içişleri müfettişi vardır.
 
Bence bu gayet normal… Çünkü bu belediyeler ısrarla “ötekileştirilen” belediyelerdir. Bence CHP’li belediyelere “Sayıştay denetçisi” ve “içişleri müfettişi” kadroları tahsis edilmeli ve ta Ankara’dan Çanakkale’ye ve ya başka bir CHP’li belediyeye gidip gelmesinler… Tasarruf! Basit bir nedenim var görüldüğü gibi…
 
Bütün CHP’li belediyelerin ortak durumu bu…
 
Yılmaz Büyükerşen vizyonu olan, yetenekli, entelektüel ve iyi bir sanatçıdır. Beş yıl rektörümdü. Anadolu Üniversitesinin uluslar arası bir üniversite olmasında payı büyüktür. Bugün Türkiye’deki üniversiteleri say desen akla gelen on üniversiteden biridir. Çünkü bunun ardında Yılmaz Büyükerşen vardır.
 
Türkiye’nin ilklerine imza atmış bir rektördür. İletişim Bilimleri Fakültesi’ni laf olsun diye kurmamıştır. Açık Öğretim Fakültesinin temelini oluştursun diye kurmuştur. Hala Türkiye’nin en iyi İletişim Bilimleri Fakültesidir… Vitalis kafede bira satılıyor, buraya bir iletişim fakültesi kuralım da bira satışını engelleyelim diye bir girişim değildir yani… Böyle bir vizyon farkı vardır.
 
İlk sivil Havacılık Meslek Okulu kuran da odur… Sinema’yı iyi bilir… Karikatür çizer, yazar, gazeteci, tiyatroculuğu, heykeltıraşlığı vardır… Öğrencilerinin donanımlı olarak yetişmesi için her türlü olanağı sağlamıştır. Bugün Milli Eğitim Bakanı olan Sayın Nabi Avcı’yı ders versin diye getiren odur. Ali Kırcayı, Mustafa Gürsel’i, Haluk Şahin’i ve birçoklarını… Tek amacı vardır; öğrenciler iyi yetişsin…
 
Bizim fakültenin etrafında çevre düzeni daha yapılmamıştı… Cuma tatil oldu. Pazartesi günü geldiğimizde fakültenin çevresi ormana dönüşmüştü. Koca koca ağaçları dikmişler, tellerle de sıkı sıkıya bağlamışlar, etrafı da çimlemişlerdi. Eskişehir gibi karasal iklimde bunu başarmak zordur… Ama onun adı Yılmaz Büyükerşen’di…
 
İlk RTÜK başkanı da O’dur…
 
Biz Eskişehir’de öğrenciyken kışın çamur, yazın toz eksik olmazdı. Şimdi Eskişehir Türkiye’nin en güzel kenti. En yaşanabilir kenti, model kenti oldu… Altındaki imza aynı: Yılmaz Büyükerşen… Siz sanıyor musunuz ki, Eskişehir bunun farkında değil… Yüzde yüz farkında… Bunu da 2014 senesinin 29 Mart’ında göreceği…
 
Çanakkale’de de göreceğimiz gibi… Bu bir anlayış farkıdır! Bu bir felsefedir! Bu bir “var” olma bilincidir…
 
CHP’li belediyeler dışındaki tüm belediyeler AK kaşıktan çıkmış gibi… Sütte leke var…

-geMici-

gemici@yandex.com
 
BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…