28 Kasım 2014 Cuma

Yüzde 0,01 eşitlik durumu

Bir insan her gün televizyona çıkıp konuşur mu? Türkiye’de yaşıyorsan konuşursun! Memleketin havası konuşmaya müsait… Balkanlardan soğuk hava giriyor…

Bırak kadın erkek eşitliğini… Biz eşit miyiz? Önce biz eşitlenirsek diğer soruya geçerim… Her kes biliyor ki, devlet karşısında eşit olma şansımız yok! Olsaydı bu kadar yukarıdan bakılmazdı… Sanki sürekli balkonda…

Biz eşit olamayız! Eşitlik insanlar arası bir durumdur. İnsani bir değerdir. Memleketin yüzde 99.9’u Müslüman olan bir ülkede tabi ki eşitlik de ol(a)maz! “Eşitlik” hukuki bir durumdur. Dini içerik taşımaz! İnsanlığın binlerce yıllık birikimi sonunda ortaya çıkmış bir durumdur! Milattan sonra 622’de ya da 2014 yıl önce ortaya çıkmış bir inanç sistemi değildir. İnanç sistemleri, insanlık tarihi içerisinde birer parçadır hepsi bu!

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin temelinde laiklik vardır… Farklı inanç sistemlerine eşit uzaklıkta olma üzerine kurulu bir sistemdir. Aynı şekilde cinsler arasında farklılıkları da görmez. Bu anlamda eşitçidir… Böyle de olmak zorundadır! Hukuk sistemini dini temalar üzerine kurduğunuz zaman bu şeriattır, o zaman bir eşitlikten de söz etmek mümkün değildir. Tabi ki, erkek üstündür!

Ne yazık ki, her gün konuşan ve konuşulanlara inat yaşadığımız ülkenin adı “Türkiye Cumhuriyet”i… “Türkiye Şeriat Devleti” olduğunda bana da haber verin ki bu yazdıklarımı yazmayayım! Bu çok da uzak bir tarih değilmiş gibi duruyor. Bu konuda birçok işaret var…

Yargıtay başkanı Ali Alkan konuşuyor… "Yapılan düzenlemeler bize sorulmadı" diyor. Alkan, düzenlemelerin "yargı bağımsızlığına" aykırı olduğunu da vurguluyor. Alkan, yapılan düzenlemenin "yürütmenin, yargıya müdahalesi" olduğunu da belirterek, "Bu müdahale, daha ne zamana kadar devam edecektir? Yürütme Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu nasıl oluşursa memnun kalacaktır?" diyor... Anlaşılan o ki Ali Alkan’ın burasına kadar gelmiş!

Yürütmenin nasıl memnun olacağını kestirmek çok da zor olması gerek…

Türkiye’de taşların yerinden oynadığı kesin… Yerinden oynayan taşların tekrar yerine oturması da mümkün görünmüyor.

Cumhuriyet, cami avlusuna bırakılmış bir çocuğa benziyor… Öylesine sahipsiz duruyor… Peki, ne olacak? Kucağımızda bulduğumuz cumhuriyeti ne yapacağız? Hızla bize dikte ettirilen “Yeni Türkiye” daha gerici, daha akıl almaz, daha hukuk tanımaz, daha sınıfçı, tasnif edici bir sistem…

İşte düşünmemiz gereken nokta tam da burasıdır!

Benim bu konuda birçok farklı görüşüm olabilir… Önemli olan siz ne düşünüyorsunuz? CHP, hızla umut olmaktan kendini çıkarıyor… Zaten bu mevcut kadrolarla olması, var olması, dolaşan isimler ve saire ile mümkün değil! Politikaları olmayan insanların yan yana geldiği “bir şey...”
,
Yeni çözüm yöntemleri bulmak zorundayız!  

Başa dönersek… Geriye kalan yüzde 0.01 var ya. İşte o; 0,01 artık bir araya gelmek zorunda…

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…

25 Kasım 2014 Salı

(Bugün biraz “baba” yazacağım… Hayır! “Babam” yazacağım!)

“Baba-m”

Uzun yolculuğunda hep “öğretmendi…” Emekli olsa da bugün de öğretmen…

Babalar, çocuklarına hep “m” ile konuşur… “Oğlu-m” “Kızı-m” ama çocuklar “baba” deyip kestirip atarlar… sahiplenme “m”si yoktur. Oysa başları sıkışsa hemen limana, babalarına koşarlar… 

Ben “baba-m” demeyi oğlumdan öğrendim. O hep “dedem, babam, amcam” der…

Bazen çocuklardan da öğreniyoruz…

Babam 1940’lı… Savaşın son yılında dünyaya gelmiş… Sonra ilkokul, devamı Savaştape Köy Enstitüsü… Öğrenciyken enstitüler kapanmış, öğretmen okulu olmuş…

Okul Müdürü yemekhaneye gelmiş, “Artık okulumuz Öğretmen Okulu oldu” demiş, alkış beklemiş ama yemekhaneden ses çıkmamış… 1952 yılında sessiz kalmış Savaştepe Köy Enstitüsünün öğrencileri… N’yapsın köy çocukları?

Babam, Cumhuriyetin öğretmenidir… Atatürk rozetini hiç çıkartmaz. Devrimlere olan inancı bırakın zayıflamayı gün gittikçe artıyor.  

Bugün yaşadıklarını izliyor… Cumhuriyetin geldiği, getirildiği noktayı…

Hiç memnun değil.

İktidarların Cumhuriyet İlkelerini terk edişlerini yaşadı… Darbeleri, asılan, vurulan çocukları gördü. Sürgünlere tanık oldu. Öğretmenlerin örgütlü mücadelesinin nasıl yok edildiğini…

İnsanın nasıl kullaştırılmaya çalıştığını, şimdi bir halktan tebaaya dönüştürülme sürecine tanıklık ediyor…

Özgür bireyin teslim alınışını gördü…

Babam hiç yaşlanmadı. Hala genç… Ondan duyduğum; “Babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim.” Cümlesini hiç aklımdan çıkartmadım… Ülke genelinde durum tam tersi!

Babam, hiç teslim olmadı! Bildiği yoldan aynı inançla yürüyor… Geleceğe dair umutlarını tazeleyerek… 

Selam olsun Köy Enstitüsü mezunlarına!
Selam olsun Öğretmen Okulu mezunlarına!
Selam olsun Öğretmen Lisesi mezunlarına!
Selam olsun Anadolu Öğretmen Lisesi mezunlarına!

Öğretmenler gününüz kutlu olsun!

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…


NOT: Yıl 1923… Mecliste vekil maaşları ayarlanacak… Atatürk’e soruyorlar “ne yapalım?” diye… Atatürk de “öğretmen maaşlarını geçmesin” diyor… İyi ki Atatürk’ü dinlememişler. Yoksa meclise gidecek vekil bulamazdık. J

21 Kasım 2014 Cuma

Satıyorum, satıyorum… Sattııııım!

24 Kasım öğretmenler günü…

1952 yılında Köy Enstitüleri kapandı. 1977 yılında Öğretmen Okulları kapatıldı. 2014 yılında (Anadolu) Öğretmen Liseleri kapandı. Bugün;  “Öğretmenle” başlayan herhangi bir okul kalmamıştır!

10 Kasım’da “öğretmenler günü” kutlayan düşüncenin 24 Kasım’da ne kutlayacağını göreceğiz!

Sessiz kalmanın hafif meşrep sonuçları hızla başımıza gelmeye başladı. Bunda şaşılacak her hangi bir şey yok.

İlk özelleştirmeye kurban giden kamu malına izin verildikten sonra arkasının gelmesi normaldi. İlk özelleştirme denemesiyle nabız yoklandı. Bakıldı ki, olabilirliği var, devam edildi.

Özelleştirme işi tamamsa, eğitimde de birkaç değişiklik yapılabilirdi, yapıldı da! İçinde “eğitim” “öğretmen” geçen her şey bir gecede kapatılıp gitti. 

Kimsenin ruhu bile duymadı! (Şakir yine kızacak! Sadece Öğretmen Okulları mezunlar Derneği dava açtı. Seslerini duyan olmadı! Tüm özelleştirmelerde olduğu gibi…)

Şimdi sıra diğer eğitim kurumlarında… Önce her şeyi birbirine karıştırdılar, çarptılar, böldüler, işi 4X4’e bağladılar… Kentsel dönüşüm ayaklarıyla yıktıkları okulları imamlaştırdılar… “Hadi yau bu da nereden çıktı” demeye kalkmadan her şey olup bitti. Sadece yok etmeye yönelik bir operasyon değildir yapılanlar. Kentlerin mevcut yaşayan tarihlerini köklerini de yok etmektir. Çanakkale Merkez Ortaokul’u da buna örnektir.

Siz dua edin bu mevzu “Amerika’yı ilk keşfedenle” kalsın… Dünya, Öküzün boynuzlarında bir tepsi, öküz kuyruğunu salladıkça deprem oluyor, öküzü fazla rahatsız etmeyine” gelince söyleyecek kelime bulamayacaksınız!

Fark ederseniz Adem ile Havva mevzusuna girmeden biyolojiyi, fizik, kimya, matematik gibi dersleri de teğet geçerek içinde var olmaya çalıştığımız algıyı sindirmeye çalışıyorum…

Biraz imkansız gibi ama güncel gerçeğimiz!

Bir gün –olur da- lise mezunu torunum gelip de “Dede, ilim ne demek?” diye sorarsa verecek cevabım sadece genlerime saydırmak olacak…

Peki, siz?

-geMici-



BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…   

17 Kasım 2014 Pazartesi

“Yapamadık işte”

Demek bir cevap ya da bir “yapamama mazereti” değildir. Nokta! Hatta “ünlem” koymak gerekir! Ha-han da koydum!

2011 Genel seçimleri oldu, bitti. 2014 Yerel seçimleri oldu, bitti. 10 Ağustos Cumhurbaşkanı seçimleri oldu, bitti.

CHP Merkez ilçe başkanlığı “Danışma Kurulu Toplantısı” yaptı. Buna da şükür… Son üç yılda merkez ilçe 2. Toplantıyı yapmış… Basına kapalı. Normal…

Gündem iki maddeli… 1; Olağan üstü kurultay 2; 2015 Genel Seçimleri… Çıkan ortak görüşleri de yazalım ki yazmamız gerekenleri bütüncül olarak altta yazalım…

Ortak görüşler…

1; Millet Vekilleri belirleme yöntemi hakim kontrolünde ve üye bazında ön seçim yapılması
(İyi olur. Olması gereken de bu! CHP’li üyelere de güvenmeyeceğiz de kime güveneceğiz, de mi?)

2; CHP İl ve İlçe kongrelerinin yapılmamış olmasının seçimler için sakıncaları ortaya konması olmuş… Tabii buna mazeret hazır… Yerel seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimleri… Takvim sıkışık J

3; İl ve ilçe bazında danışma kurulu toplantıları neden bugüne kadar yapılmadı…
Ortada danışılacak ne var ki de danışılsın! Nasıl olsa seçilmiş pozisyondaki atanmışlar bu konuda birer siyaset dahisi! Az bir rahat bıraksalar atomu durup dururken bir daha parçalayacaklar…

Öylesine bir siyasi öngörü ve siyasi dirayet…

Bir kere ne danışacaklar… “Yine yüzde otuzun altında kaldık. Neden oy vermediler acaba?” diye mi soracaklar… “Leyn o kadar da dolandık. Hepsiciği boşunaymış.” Dese ne diyeceksiniz?

Çevresel saldırıların yoğunluğu her geçen gün artarken, tarım alanları yok edilirken, köylü borçlandırılırken, orta sınıf esnaf ezilirken, örgütlü toplum daralttırılıp yok edilirken AKFA salçasına yeni sıkılmış zeytin yağından bolça koyup kızarmış ekmekle pek güzel gider anlayışı baya bir nefaset katacaktır toplantılara…

Yemede yanında yat!

Hamza’nın burada hiçbir hatası yoktur… Kimse akıl edip “danışma toplantısı” yapalım dememiş. Hamza ne yapsın! Kendi kendine danışacak hali de yok! Bir şey yapılacaksa Ankara’dan söylerler… Onun dışında ben de olsam kılımı kıpırdatmam: “Yapamadık işte.” Der geçerim… Ne var bunda?

Mesele de bu! Hiçbir şey yok…

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…
Not: CHP Genel Başkan Yardımcısı, Malatya Milletvekili, Telefon üstadı, AKFA kontrolörü Veli Ağbaba’nın Çanakkale ziyaretleri nasıl geçti acaba? Umarım eski domates salçaları kalitesindedir… Yeni zeytin yağları pek güzel… Sıkıntı olursa beni arayın. Bu yıl zeytinlerimden 40 kilo yağ aldım! Sıkıntı yok!


13 Kasım 2014 Perşembe

Kaderimizde varmış…

Biz bu adamları hakikaten anlamamışız… Yeni yeni kafamıza dank ediyor! Bu adamların ruhundaki “çevrecilik” kaderlerinde var… Nasıl milletvekili olmaları kaderlerinde varsa çevrecilik de bunların ayrılmaz bir parçası: Kader!

2011 Genel Seçimlerinde AKP’ye oy veren 135.968 kişi ne oluyor bu durumda? Oy vermeleri kaderlerinde varmış mı diyeceğiz yoksa kader kurbanı mı? (Benim kaderimde de ikilemde kalmak varmış.)

Ne diyor İsmail Kaşdemir…“Son günlerde Kazdağları’nda son günlerde sahte çevreciler dolaşmaya başladı. Bunların söylediklerine inanmayın. Biz her zaman yeşili koruduk, çevreye sahip çıktık. Çıkmaya da devam edeceğiz. Kazdağları yeşil ve başı dumanlı kaldı, kalmaya devam edecek. Kazdağları’na her zaman sahip çıktık çıkmaya da devam edeceğiz. Sahte çevrecilerin sözlerine itibar etmeyin"

Kader işte…

Çevrecilere itibar etmeyeceğiz tamam… Zaten bu çevrecilerden hiç hazetmem(!) 6.000 zeytin ağacının kesilmesinde bir payları olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar bu mevzunun arkasında İsrail ve Amerika olduğu dillendirilse de, zeytinin yeşili yeşilden sayılmamalı… O, zeytin yeşili… Dolar yeşiliyle de karıştırılabilinir aman dikkat! Kadere kurban vermeyelim! Avro rengarenk olduğundan mı ne bir türlü “yeşile” karıştırılamıyor…

Başbakan Yardımcısı Sayın Arınç’ın deyimiyle “dağ taş zeytin…” Birkaç tane daha Kolin tarzı şirket olacak ki siz o zaman bakın yeşile… Tahribat kaderle falan sınırlı kalacak mı?  

Kaderden torpilli Üsküdar Belediye Başkanı çevreci tutumuyla Validebağ Korusunu altına üstüne getirirken ne kadar çevreciyse İsmail Kaşdemir’in de Kazdağları açıklaması bir o kadar çevrecidir. Gezi Parkındaki çevreci(!) tutumları ve sonrasında gayet net görülmüştür… Gencecik fidanları toprağa veren anne – babalara sormuyorum bile…

Umarım “zeytine” bu muameleyi reva görenler zeytin ekmeğe muhtaç olmazlar…

Marks’ın dediği gibi; “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser!”

-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…  


10 Kasım 2014 Pazartesi

CHP, 2015 Genel Seçimleri, AKFA ve Çanakkale…


İzlenmeyecek ama festivallik bir film adına benzedi başlık… Zaten hayat bir film ve hep aynı sinemaya gidip aynı filmi seyretmekten pek mutlu oluyoruz…

6 Kasım Belediye Meclisi Vakasını yazmayacağım… Haberleri izleyen, bu sütunları okuyan, okumayan tüm Çanakkalelilerin bu konu hakkında oluşmuş bir yargıları var. Ayrıca, “vakayı” bilen herkes neyin ne olduğunu çok iyi biliyor. Bir de burada yazıp gündem işgal etmenin hiçbir manası yok. Her şey ayan beyan ortada!

CHP Genel Başkanı Antalya’da 2015 Genel Seçimlerini başlatıyor. Genel başkanın bilmediği şu… Kadrolarının muhteşem, zeki, çevik ve bir o kadar da “AKFA” oluşu!

Kelli felli sosyologlar, psikologlar, siyaset bilimcileri CHP’nin neden yüzde 28 baremini aşamadıklarını araştırıyorlar ya, boşuna… Bunun bilimle falan açıklanacak bir tarafı yok! Hangi sosyolojide “AKFA” diye bir kelime var? Ya da hangi psikolojik analizde böyle bir tanıma rastlanır?

Zaten partinin birkaç akıllı siyasetçisi Çanakkale’ye –bir zahmet- gelip birkaç yerde çay içseler problemi anında çözecekler. Hatta böyle bir çalışma yapmalarını da şiddetle öneririm… Çanakkale onlar için bir laboratuar olabilecek koşulların tümünü taşıyor… Hatta her şey çok net!
Son AKFA vakasından sonra 2015 Genel Seçimlerinden sonra meclisteki dağılımı size şimdiden yazabilirim… AKP 330, CHP 95, MHP 81, HDP 33, Bağımsız 11… Şaka değil, biraz matematiğiniz varsa, CHP’nin durumunu da görüyorsanız yukarıdaki meclis dağılımının aynen yazdığım gibi olacağını görürsünüz… Bir ara il ilde sonuçları vereceğim, merak etmeyin!

Cumhuriyetin devrimci kadroları ulusal kurtuluş savaşını kazandıktan sonra verdikleri mücadele sıcak savaştan daha zordu… Haklı savaşlar sonunda mutlaka kazanılır. Bunun en iyi örneği devrim tarihidir.

Cumhuriyetin Devrimci Kadroları 10 yılda bir destan yazmıştır… “Doğunun Hasta Adamı”ndan laik bir Cumhuriyet çıkarmak o kadar kolay değildir.

“Misak-ı Milli” sınırları içinde kurulacak bir devletin sağlam bir temeli olmalıydı. Laiklik işte o temeldi. Farklı din ve mezhepte olanlardan bir devlet yaratacaksanız devlet, her inanca aynı mesafede olmalıydı… Cumhuriyet Devriminin en büyük başarısıydı bu…

Bugün geldiğimiz noktayı yazmaya bile gerek yok! 1950’lerde başlayan “bu memleketin yüzde 99’u Müslüman’dır” cümlesi bugün bir adım daha ileriye götürülmüştür… İnançlar üzerine yapılan siyasettin geldiği Türkiye, bugünün Türkiye’sidir!

CHP, 2015 seçimlerine hazırlanacaksa, hedef koyacaksa bir kez daha kadrolarına bakmasını öneririm…

Devrimci adımlar atmak kararlı ve cesur olmayı gerektirir…   
                                                                                                        
-geMici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…




5 Kasım 2014 Çarşamba

Yaşlanıyor muyum ne? :)


İlk defa yaşlı hissetmeye başladım... Yo, yaşımdan dolayı değil ya da oğlumun "adam" olmasından da değil. Yürüdüğüm onca "yoldan" hiç değil...

Benim yaşlılığım eksilmekten... Günden güne eksilmekten...

Azalmaktan yana derdim olmadı.... "Olur bunlar" deyip geçtim. İnsan azalabilir ama eksilmek yorucu. Hem de çok yorucu... İnsanı yaşlandırıyor.

Çok eksilmeye başladık. İyi ve güzel insanların eksikliği...

Hissettikçe yoklukları, yoruluyor beden... En çok da dostların eksikliği koyuyor...

Mesafe değil hayat! Yokluklarını hissetmek kadar yorucu olmuyor... Ama, hayat yokluklarını gösterince düşlerde, ağırlaşıyor zaman... Sanki ağır suda boğulmaya benziyor...

Bir de üstüne unutulan isimler... Yüzler hep geçitsiz... Aynı gülümsemede!

Aşık oldunuz mu? Ben artık hatırlamıyorum... Zamandan değil, eksilmekten... Rakının şişeyi terk etmesine benzemeyen bir eksiklik.

Gereği hep düşünülür...

Acımasız kararların bir öncesindeki düşüşe benzer bir kayıp...

Yakalayamazsın!

Kaybolmuştur zaman ve sen kayıp gidenin arkasından sadece bakarsın... "Elde var bir eksik" diyebilirsin. Bir söz kalır, bir de öfken! Kora dönen bir dalgaya benzeyen zavallı bir isyandır... Hayat bile değildir "şimdi...."

Uzaklaşırken gökyüzü derine dalıyoruz... Hesabı yeniden açıyorum!

"Usta! Bana biraz hayat! Yanında çöpleneceğim bir kaç ufak meze... Denize benzesin..."

Yetmez ama HEP İSYAN! 

Yok edilen hayatların hesabını al!

Biz varsak kolay değil teslim olmanın ateşi! 

Çok uzakta geçitsiz bir BATI-feneri.... 

Abi, helal olsun sana; ama helal olsun... EKSİLTMEDİN BİZİ! VARSIN ABİ: 

NASUH MİTAP!

-geMici-

gemici@tandex.com

BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR...


3 Kasım 2014 Pazartesi

Birlikte olmak;

…çok güzel… Bu öykü çok önce yazılmalıydı. Ol(a)madı... Yeni başlıyoruz… Uzun bir öykünün başındayız.

Oysa kocaman bir “roman” var… Yenilgilerin, acıların, direnmenin, mücadelenin özverilerin yaşandığı… İsimsiz gençliğimizin yitip gittiği… İçerisinde ihanetin, kalleşliğin, kıyımın bire bir yaşandığı… Birbirine omuz verdiği, özgür hissettiği, darbelerin sertleştirdiği yüz hatlarımızda gizli…

Unutulmayan, unutulmaması gereken koca bir “roman…” Ortak yazılmış bir roman! Herkesin kendi payına düşeni yazdığı bir roman!

Herkeste romanın bir bölümü… Hatta birer sayfası… Bazen bir paragraf, bazen bir cümle, kısa kesilmiş eksik bir kelime… Herkesin katkıda bulunduğu, basımı düşüncelerde gerçekleşen bir Türkiye Romanı…

Tarihleri olan ama kayıt altına alınmayan bir yapıt! İktidarların hep dikkat ettiği, umursamıyor havalarında, yasak sayılan bir roman! Hep hedefte!

Hepimiz yüzlerce kez okuduk… Zamanın derin boşluğunda…

Tartışmalarla yorulmuş düşüncelerimizi bir kenara iterek, ayrıntıları öteleyerek, boş alanları tekrar doldurmak zorundayız… Herkes elindeki değerleri sıkı sıkı tutmalı. Onların kaybolup gitmesine izin vermemeli… Her eksik, bizi eksiltir…

  “Bu yaştan sonra benden bir şey olmaz…” Bir şey olsaydı çoktan olurdu. Yenilgilerin altında elli küsur yıl… Biriktire biriktire bugüne geldik! Birikenler artık hayata dönüşmeli… Bunun için bir kez daha hayatın başına oturuyoruz… Bir iki harfe dokunmak için! (En azından “ben”)

Bir kez daha hayatın başına oturuyoruz! Birlikte hayatın tuşlarına dokunarak yazmaya başlıyoruz: “Birleşik Haziran Hareketi…”

Yarına dokunmak zorundayız! Birleşe birleşe ve hep birlikte…

-gemici-


BATI-feneri ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…