…güzeldi. Bu bir nostalji yazısı falan
değil. Memleketin her yeri aynı koşulda yaşıyordu. Özel sektör vardı ama yüzde
ellimiz –en az- Sümerbank ayakkabısı giyerdik.
Tekel, (adı üstünde) rakımızı, sigaramızı üretirdi. En
kalitesi “uçlu sigarasıydı.” Filtreli sigaraya “uçlu” derdi ihtiyarlar.
Şeker, her yerde aynı kaliteydi. Şeker fabrikaları, şeker
pancarı işlerdi. Dünyanın en kaliteli şekerini tüketiyorduk. Sonra televizyona
biri çıktı. “Şeker, 500 dolara mal oluyor. Dışarıdan 150 dolara alırım” dedi. Memleketçe
“Vay be ne zeki adam” dedik. Brezilyadan 150 dolara şeker kamışından üretilen
şekeri memlekete soktular. Zehirlendiğimizi sonradan fark ettik!
Evet, tek kanallı siyah – beyaz bir televizyonumuz vardı.
Siyasi iktidarın borazanıydı. Ama yazılı basın da güçlüydü. Dengeler bir
şekilde kurulurdu.
PTT vardı… Postacı sadece fatura taşımaz, bayram
tebrikleri, asker mektupları falan taşırdı. Telefon sıkıntı olurdu ama ihtiyacı
da görürdü.
Elektrik faturaları geldiğinde hiç kimsenin aklına
soyulduğu gelmezdi. Her kasabada hatta bazı köylerde bile sinema salonu olurdu.
İnsanlar film seyreder sosyalleşirdi. Kahvede televizyon olurdu ve Arjantin
dünya kupası gece saat 02’de bile seyredilirdi.
Muhammet Ali’nin maçları sabah ezanından az evveldi.
Muhammed Ali 1. Raunda nakavt yapar, köy imamı da gönül rahatlığıyla sabah
ezanı okumaya giderdi.
Köylerde öğretmen vardı. Eğitimin daha suyu çıkmamıştı. Köyde
bir soru sorulacaksa öğretmene sorulurdu. İmam sadece saygı duyulan bir
insandı. O da haddini bilir, fetva vermeye kalkışmazdı. Hele hele “çiklet oruç
bozar mı hocam?” sorusu abesle iştigal sayılırdı.
İnançlar üzerinden değil de felsefe üzerinden tartışmalar
yapılırdı. Herkesin en az bir kez “Pazar Konseri” dinlemişliği olurdu. Üç
ressam adı bilinirdi. Lise mezunu bırak yazar adı bilmeyi, en az iki roman
okumuşluğu olurdu. Üniversite mezunlarına saygı duyulur, boşta gezmeleri
ayıplanır, bir an önce üretimin çarklarına alınırdı.
Her mahallede “Hulusi
Kentmen” duygusunda bir komiser bulunur, bir çok şey adliyeye intikal etmeden
çözülürdü.
Yani memleketin dört bir yanı aynı koşuldaydı… Aynı duvar
yazıları yazılırdı. Aynı sloganlar atılırdı. Aynı sendikalarda örgütlenilirdi.
Aynı eylemlerde, yan yana, omuz omuza durulurdu…
Tek farkımız Hakkari ve bazı doğu illerinde kışın
yolların kapanmasıydı. Açıldığında bahar da gelmiş olurdu.
Önce 24 Ocak 1980’de kapitalizmi keşfettik. Sonra
yeşertmek için 12 Eylül darbesini bulduk… Gerisi çorap söküğü gibi geldi…
Bir de baktık ki; emperyalizmin kucağındayız. Savaşın
uçunda, bir ülkenin çöküşünde, parçalanmanın artık geri dönülmez noktasındayız…
Bizi buraya adım adım sürükleyen saygı değer
politikacılara, aç gözlülükleriyle sömürüde sınır tanımayan saygın iş
adamlarına, on gramlık akılları ve yarım yamalak bilgileriyle aydın sınıfında
yer alan memleketimin ender entelektüellerine, ürettikleri eşsiz kıvrak notalarla
bizi coşturan ve yerimizde oturtmayan o damıtılmış sesiyle Ankara Bağlarına kadar
bizi sürükleyen sanatçılarımıza, son 14 yıldır tüm bunların üzerine tüy diken
iktidara kendi adıma teşekkür ederim…
Bırakın ne yerse yesin…
-geMici-
BATI-feneri
ÇAKMAYA DEVAM EDİYOR…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder